Мемдух Шевкет Эсендал

Bir Kucak Çiçek


Скачать книгу

bir parça var. Burası, sokakları taşlarla örtülmüş, iğne kadar da olsa bir filizciği çıkacak toprak bırakılmamış mahallelerden değil; insanların gezindiği, eğlendiği, tabiata yaklaştığı bir yer… İnsanların yaşayabileceği ve ölebileceği bir yer…

      İtiraf ederim ki, ihtiyarın ölümü beni imrendirmişti. Pek çok dertler, ağrılar, meşakkatler içinde yaşadığım halde bile yaşamayı tatlı bulanlardan olduğum için, onun gibi böyle doksan sene yaşayarak sonra da böyle hiç kimseyi rahatsız etmeden, bir güzel günde ölüvermek, pek istediğim şeylerdendir.

      Havanın, güneşin, denizin ve toprağın güzelliği, benim gibi, orada toplananları da sevindiriyordu. Hepimizde, bir gezintiye gitmek sevinci gibi bir şenlik, bir hafiflik vardı. İşimizi, gücümüzü bırakmış olmak düşüncesini, bir vazife yapmakta olduğumuz fikri susturuyordu.

      “Efendi nerede?”

      “Bugün cenazeye gitti…”

      “Memur efendi gelmedi mi?”

      “Efendim, bugün cenazesi vardır!..”

      Bizi arayıp soracaklara yeter cevaptır… Ev sahibi beylerde de yalnız cenazenin çabuk hazırlanamadığından bir sinirlilik var. Ancak yine güler yüzle misafirlerini ağırlıyorlar, dışarıya sandalye taşıyorlar. Yalnız ölen ihtiyarın damatlarından bir alay kâtibi mütekait4 var ki, cenazenin levazımına, hazırlanmasına, ıskatçılara para verdiği için ağırca davranıyor, meşgul görünüyor, ara sıra harem kapısına sokularak yıkayıcı kadınla konuşuyordu.

      Bu zat ehemmiyet vermemiş olsaydı, şüphesiz cenaze daha çabuk hazırlanacak ve kaldırılacaktı. Güzel güneşe karşı cıgara içerek uzun uzun devrin5 bitmesini bekledikten sonra nihayet köşkün taşlığında toplandık. Ağır, ihtiyar misafirler kenarda bir odadan çıktılar. Tabut ortada sandalyeler üstünde duruyordu. Fakat bunun bu duruşu, hiç kimseye rikkat ve teessür vermedi. Dua edildi, bizden, bu bahtiyar hanımcağızı nasıl tanıdığımızı sordular, “iyi biliriz” dedik, hakkımızı helal ettik. Tabut kaldırıldı. Çok defa bu anda bir nale,6 bir hıçkırık sesi gelir… Herkesin kalbini büker, düğümler! Lakin bu mesut, bu güzel ölüm ondan da kurtulmuş. İhtimal ki kızları, torunları çoktan beri köşkün bir odasında sabahtan akşama kadar uyuklayan büyükananın arkasından bakarak;

      “Haydi nineciğim, Allah rahatlık versin!” demişler…

      Arkamızdan demir kapı kapandı, yola düzüldük. Bir zengin ölüsünün bu kadar tenha olduğu görülmemiştir. Fakat İstanbul uzak, yer tenha, dostların çoğu haber alamamıştır. Alsalar bile ne zaman kalkacağını, nereye gömüleceğini bilmek, bildirmek mümkün değil.

      Dilenciler de sayıda olduğu halde, yirmi otuz kişi kadardık. İstanbul’dan gelmiş bir efendi, yanındakine, “Allah kimseyi burada öldürmesin…” diyor.

      Arkadaşlar içinde birbirini pek ziyade sevenler ve pek ziyade laubali olanlar vardı. Kalamış’tan istimbota binildiği vakit neşeler tezayüt etmişti. Hatta gençten bir efendi, ölünün torunlarından birine;

      “Mirası sen yedin, zahmeti ben çekiyorum…” diye latife ediyordu.

      “Sus Allah aşkına! Canım, burada böyle şaka olur mu?..”

      Harem’den yukarıya tırmanmaya başladık. Tabut üç-dört fukaranın, bekçinin, konağın aşçıbaşısının omuzlarında kalmıştı.

      Arabayı kabul etmediğimiz halde, bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum. Merhumenin vasiyeti varmış, Karacaahmet’te defnolunacak. Bunun için de namazı Selimiye’de kılınacaktı. Fakat öğle geçtiği için tabut, musalla üstüne bırakıldı, halk apteste dağıldı. Oradaki kahveye de gidenler oldu, sonra bir yemek gailesi çıktı. Üzüm, peynir, ekmek yenildi.

      Musallanın karşısında bir taş üstüne oturmuş bir fakir, cenazeyi bekliyordu. Sonra bilmem ne olmuş, imam efendi aptes tazeleyecekmiş dediler, biz iki kişi camiye girdik, aydınlık ve sessizlik içinde tekke şeyhine benzeyen bir efendi, iki kişiye emsile okutuyordu!..

      Okuyanlardan biri on altı-on yedi yaşlarında genç bir softa. Kafası dar ve gözlerinde bir hayvan gözü gibi donukluk ve manasızlık, sersemlik vardı. Öteki elli yaşlarında bir adam, bir ihtiyar dadının, konaklarda dadılık eden ve kocasını geçindiren bir kadının erkeğidir diye tahmin olunabilirdi. Karısının ömrüne müessir dua için Arapça öğrenmeye çalışıyordu sanırım…

      Bu üç zavallı bizden rahatsız oldular ve derslerini keserek çekildiler!

      Biz, camiin inhitat7 zamanlarına mahsus zevksizliğini seyrederken cenaze gitmiş… Arkadan koştuk yetiştik ve Karacaahmet Türbesi önündeki ikinci tezkiyede8 bulunduk. Mezar, tabuta yakın bir yerdeydi ve cenaze dilencilerle kalabalıklaşmıştı. Kabir hazırlanmış, bir yandan tahtaları kesilirken bir yandan da imam efendi, bir selviye belini dayayıp çömelerek, melek suresini okumaya başladı.

      Hep dinliyorduk. Ben, oraya toplanan hafızlara dikkat ediyordum. İmamın etrafında bir halka çevirip oturdular, hepsi okumaya hazırlandılar.

      İhtiyarcığın buradaki yeri de fena değil; ailesi, kocası, ölmüş hısım akrabasıyla koyun koyuna yatacak; aile mezarlığının ortasında çıkan şu selvi ağacında kocasıyla, ecdadıyla, belki çocuklarıyla birleşecekti… Fena değil, buradan tek tük araba da geçer, cenazeler gelir. Karlı, fırtınalı gecelerde bu selviler inilder, haykırır! Harap mezarlığın kendine göre bir hoşluğu, öyle bir hali vardır ki insanı ister istemez mahzun eder, dalgınlaştırır. Ben de bu rüya içinde yüzüyordum ki imam efendi bitirmiş; okuyan ses değişti.

      Başka birisi okumaya başlamıştı. Bu adama dikkat et-tim, Arapla İstanbul Türkünden melez bir insan ırkının karışımı, bu adama kuvvet vermiş, kalın yağlı ensesi gayet kısa, seyrek ve kıvırcık sakal, esmer renk, geniş omuzlarla âdeta bir pehlivan. Başında hafif bir sarık, sırtında aba bir cübbe vardı. Halinden şerir,9 korkulu bir adam olduğu görünüyordu.

      Sureyi okuyup bitirince, orada tuhaf bir hal oldu. Üç-dört kişi birden besmele çekmişlerdi ve hepsi birden okumaya başlamışlardı. Anladım ki birinci okuyana hiçbirinin tahammülü yokmuş, fakat ikincide iş böyle değil, öteden beriden susturmak isteyenler oldu, nihayet içlerinden biri yekindi, okumakta devam etti, ötekiler de sustular.

      Bu seferkine baktım, bu da öyle genç bir hafız efendi. Yeni tıraş olmuş, dolgun etli yanaklarından geçen ustura, ince siyah sakalıyla yüzünün arasında beyaz bir çizgi bırakmış. Dudakları kalın, yüzü ergenlik içinde… Bu adamın çehresinden belli idi ki, ondan hayat fışkırıyor… Okurken kaideye, tecvide riayetten kelimeler ağzında yassılanarak, yayvanlaşarak, incelerek, bazen bir yay, bir şerit gibi yamyassı olup çıkıyordu. Onun yanında oturan dilencinin yüzünden de bir Rumelili olduğu pek belliydi; hatta köy ağalarına, beylerine benziyordu.

      İkinci de okuduktan sonra kavga büyüdü…

      “Dur bakalım, sen daha dün geldin…”

      “Okumak onun hakkıdır molla, burasını ne sandın?”

      Kâhya saymaya, gedik koymaya, İstanbul’da her şeyin bir esnaf ocak ve ekmek hakkına bu kadar riayet olunurken, nasıl olup da bu okuyucu dilencilere vaktiyle bir kâhyalık verilmediğine, değnekçi, yiğitbaşı, esnaf ulusu konulmadığına taaccüp10 edilse yeridir!..

      Dilenciler