Мемдух Шевкет Эсендал

Bir Kucak Çiçek


Скачать книгу

etmeden hastayı masaya kaldırın, aletler hazır olunca bana haber verin.” dedi. Odasına girdi.

      Hava sıkıntılı. Pencereyi açtı, bir cıgara yaktı.

      Ne kadar alışılsa da düzensizlik insana üzüntü, yüreğe darlık verir. Bu apartman, bu dar merdivenler, dar kapılar, bu hademeler, bu hasta bakıcılarla; bu hastane burada kaldıkça her şey düzgün olsun, gürültü olmasın, kimse uyanmasın diye çalışmak boşunadır. Burada çalışmayı göze alanlar, bu düzensizliğe alışacaklardır. Hekim, “Ben de artık alıştım.” diye düşündü.

      Biraz sonra kapı vuruldu. Hastayı hazırlamışlar. Doktor öteki odaya geçti, hastayla meşgul oldu.

      Kadın o kadar kan kaybetmiş ki az daha ölecekmiş. Ameliyatın acısını bile duymuyor. Doktor, “Olsa da bu zavallıya hiç olmazsa bir şişe kan verilse.” diye düşündü. Ne gezer!

      Ebe hanım, doktorun yanında hem ışık tutuyor, hem de söyleniyor.

      “Başhemşire hanımın büyük saksısını kırdılar. Serin olur diye, merdiven başına koydurmuştu. Mustafa çarpmış. Yarın kıyametler kopar. Ben aşağı inmeseydim, Allah bilir, hastanın da bir yerini kırarlardı.”

      Hekim kısaca;

      “Haklısınız.” dedi. Söz kesildi.

      İş bitti. Hastayı yatağa aldılar. Hekim, odasına girdi. Ebe hanımla hasta bakıcılar da odalarına gittiler. Sessizlik odayı kapladı.

      Ertesi gün, doktor, başhekime gece geçen gürültüyü anlattı.

      Başhekim, okuduğu gazetenin arkasından;

      “Öyledir efendim.” dedi. “Bunlar olağandır, alışmalı!..”

      Hekimden önce de başhemşire işi başhekime anlatmış; büyük saksısını kırdıklarını da idare müdürüne anlatmaya koyuldu.

      İdare müdürü dedi ki:

      “Hastaneye hasta gelmiş de, merdiven darmış da saksı kırılmış… Küp kırığı, pabuç eskisi! Ben başhekim olsaydım seni odadan kovardım. Dua et ki sesini çıkarmamış!”

Eylül 1945

      GEÇMİŞ GÜNLER

      Bir aralık, birçoklarını ilgilendirmeye, boş yere umutlara düşürmeye başlayan bir iç politika dedikodusunu önleyip arkadaşları yatıştırmak için Sadrazam Paşa’nın konaklarında yapılan bir toplantıdan sonra, o toplantıda bulunanlar akşam yemeğine de alıkonulmuşlardı.

      Nazırlardan hemen hepsi, merkez azaları, âyandan birkaç kişi, mebusların hatırlıları ile ateşlilerden kalburüstüne gelenleri oradaydılar.

      Yemeği, selamlık dairesinin üst katındaki yemek salonunda yediler.

      Nazırların hususi kalem kâtiplerinden o gece orada bulunanlar ile Sadrazam Paşa’nın dairesi efendilerinden bir ikisi, yaverler, mühürdar beyin yemek yediği odada toplanıp karınlarını doyurdular.

      Yemekten sonra, nâzırlardan birinin yeğeni, Sadrazam Paşa’nın da pek inandığı, pek beğendiği efendilerden biri olan, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli, bilgili bir delikanlı, eski paşalardan birinin de oğlu olup iyi terbiye görmüş bir yavere;

      “Hadi, biraz gidip görünelim, sonra savuşuruz!” dedi.

      İkisi yukarı kata çıktılar.

      Nazırlar yemeklerini yemiş, büyük salona geçmişler, ayakta kahvelerini içiyor, konuşuyorlar. Sadrazam Paşa ile âyandan bir-ikisi, daha içeri, sarı salona geçip oturmuş olsalar gerek.

      Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı yüksek yakalıklı, fesli beylerdi. Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var. Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler.

      İki genç, kapının boyunca uzanan perdenin yanında görününce, Sadrazam Paşa’nın adamı olmak dolayısıyla, birtakımları, onlara bakıp sırıttılar, bir-ikisi de yanlarına gelip teklifsizce konuşmaya başladı.

      Nazırlardan biri;

      “Ne o?” dedi. “Nerden böyle?”

      Delikanlılar terbiyelerini hiç bozmayarak;

      “Aşağıdaydık!” dediler.

      “Ne vardı aşağıda?”

      “Hiç. Yemek yedik. Behzat gelmişti, onu dinliyorduk.”

      “Neler anlatıyor?”

      “Anlatıyor… Paşa Hazretlerine Tunus muzu getiriyormuş. Gümrükte bırakmış.”

      “Niçin?”

      “Zekâtını aldılar, hediyelik yeri kalmadı, diyor. Efendim, muzlara beyanname istemişler. Bu da verecek olmuş. Sonra menşe şahadetnamesi sözleri olmuş. Daha iyice anlaşamadan gümrükçünün biri, muzlardan birkaçını, teklifsizlikle koparmış. Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış. Pek hoşlarına gitti, benim çantalarımı aramadılar, diyor.”

      Yakında bir başkasıyla konuşan bir bey, kulak misafiri oluyormuş; döndü, delikanlıdan;

      “Kim bunu anlatan?” diye sordu.

      “Behzat.”

      “Uydurur geveze!” dedi.

      İlk gelen nazır, yan gözle arkadaşına baktı:

      “Ne demek?” dedi. “Sanki sizin gümrükçüler böyle şeyler yapmazlar mı?”

      “Yoook, onun için söylemedim. Bizim gümrükçüler daha neler yaparlar! Yalnız Behzat da olmamış şeyleri olmuş gibi anlatır, herkese de dinletir de…”

      Yeni sokulan bir başkası, belki bir mebustur;

      “Beceriksizlik etmiş.” dedi. “Birine birkaç kuruş verseydi, muzları geçirirlerdi!”

      Delikanlı, soğukluğu iliklere işleyen donuk bir sesle;

      “Evet efendim!” dedi.

      Bu “evet efendim”den ne anladıysa o adamcağız;

      “Bununla beraber, bizim gümrük işleri, esaslı bir surette ele alınacak bir meseledir.” diye ilk sözüne bir eklenti yaptı.

      Oraya ilk gelen nazır;

      “Yalnız bir gümrükler mi?” diye sordu. “Bir ele alınmayacağını da göstersenize?”

      Söz kızıştı. Hepsi bildiklerinden birkaç yolsuzluğu anlatmaya koyuldular. Neler de biliyorlarmış… Ne acı, ne akla gelme hikâyeler! Yahudinin biri İstanbul’dan nalın almış, Tekirdağı’na götürmüş. İskelede nalınları almışlar, “Ormaniyye12 isteriz!” demişler. Ormaniyye olur, olmaz, iş uzamış, mahkemeye düşmüş. Git, gel, aradan iki yıl geçmiş, herif nalınlardan vazgeçmiş. “Ormaniyye”’almışlar, ceza da almışlar.

      Biri sordu:

      “Bunu yapan orman mı, gümrük mü?”

      “Bunun gümrüğe dokunur yeri yok ama belki de gümrük yapmıştır. Belli olur mu?”

      Biri daha bir hikâye anlatacak oldu:

      “Bak nazır bey, dinle…” diye başlayacaktı, nazır.

      “Nesini dinleyeyim be birader.” dedi. “Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var. Ne yapacaksın? Teftiş edin, dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürürler. Sen teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. Efendim nenize lazım, sonra size baş ağrısı olur, diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. Atın şu kokmuş herifleri, getirin