Мемдух Шевкет Эсендал

Bir Kucak Çiçek


Скачать книгу

olup da bir hikâye anlatmak istemiş olan bey;

      “Canım nazır bey.” dedi. “Bu kadar da üzülmeye değmez. Bir şey olmadığını biz de biliyoruz. Bizimkisi laf. Sen bak hikâyeyi dinle: Geçende bir motor Heybeli’ye gider, benzini biter. Benzin alacak olurlar, memur olmaz der. Nasıl yapalım, derler. Buradan kalkar Büyükada’ya gidersiniz, bir istida verirsiniz. Onu, buraya havale ederler. Getirirsiniz bize. Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler. Biz Büyükada’ya kadar gittikten sonra benzini de oradan alırız, demişler. Memur, eh öyle de olur, demiş. Yalnız sen bize oraya gidecek kadar benzin ver, demişler. Memur, korkarım, veremem, biz de çoluk çocuk besliyoruz, demiş.

      Sandalla gitseler, gece karanlık, hava sert. Ne yapsak, diye düşünür dururken akılları başlarına gelmiş. Benzinciye, git şu memur ile anlaş, demişler. Benzinci de gitmiş, iki liraya anlaşmış. Onlar da benzini almışlar. Güzel mi?”

      Nazır ne diyecekti bilmem. Bir mebus söze karıştı:

      “Hikâye güzel ama burada memurun ne yolsuzluğu var? Ya, benzini vermem, diye tuttursaydı, daha mı iyi olacaktı? Ben, biraz para alıp da halka kolaylık gösterenlere, yolsuzluk yapıyor, diyemem doğrusu! Talimat yanlıştır. Ona tutunur, para da almaz. İş de yapılmaz. Buna kızarım.”

      Şişmanca bir adam, sözün başında bulunmamıştı. Ne konuşulduğunu da belki iyice anlamadı, ancak kendi düşündüğünü söyledi:

      “Bunlar için esaslı bir prensip kararı alınmalıdır.” dedi. “Yolsuzluk, evet olabilir; ancak çaresi de bulunabilir, efendim?”

      Orada bulunanlardan birkaçı, bu sözleri anlamış göründüler.

      Sahiden anladılar mı, ne anladılar? Bilmem. Söyleyen de bu lakırdıları ettikten sonra oradan ayrıldı.

      Oraya ilk gelmiş olan nazır;

      “Benim bildiğim bu gümrüklere bir şeyler düşünmeli. Bütün yabancılar memleketimize girince onlarla karşılaşıyor.” dedi.

      Bir başkası;

      “Ya bizim karşılaştıklarımız?” diye sordu.

      “Canım, biz kendi içimizde nasıl olsa oluruz. Bak, geçende Samsun’dan birkaç kişi bana gelmişler. Gemilere mal yükleten tüccardan bir beyanname istiyorlarmış. Eh, vapur sabaha kadar mal yüklüyor. O saate kadar gümrükçüyü orada tutabilir misiniz? Herifler beşer lira verip imzalı birer beyanname alıyorlar, kendileri dolduruyorlarmış. Bunun hiçbir faydası yok, bizi şu beş liradan kurtarın, diyorlar. Ben dinledim,olur yahut olmaz hiçbir şey söylemedim. Çünkü, niçin, eh! Kendi içimizde bir iş. Olsa da olur, olmasa da!”

      Yeşil sarıklı, kısa boylu bir mebus;

      “Dilenci bir olsa yağla, balla besle.” dedi. “Yabancılar gümrükle karşılaşıyor da polisle karşılaşmıyor mu? İşi olan adam hepimizle karşılaşıyor.”

      Bunları konuşanlar nazırların, merkez azalarının, mebusların ufak tefekleriydi. Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar. Onlar da konuşsalar, başka türlü konuşmazlar ama hiç olmazsa susmanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardır.

      Bunların birkaçı Sadrazam Paşa’nın yanına geçmişler, birkaçı da kendi aralarında ağır işler konuşuyor gibi görünüyorlardı.

      Bir aralık içeriden biri geldi. Nazırlardan birine;

      “Sadrazam Paşa, ‘Oynamayacak mısınız?’ buyuruyorlar.” dedi.

      “Hayhay, emrederler.”

      Hepsi briç masalarının olduğu odaya doğru yürüdüler. Birkaçı da sessizce savuştu. Bu arada genç kâtip ile yaver de savuştu. Bir yerde eğlenti varmış, Denizkızı Eftalya da getirtilecekmiş, onu dinlemeye gittiler.

Ulus, 13 Şubat 1949

      YOL ARKADAŞLARI

      Genç bir öğretmeni, bir kitap işi için, Malatya’dan mı, Diyarbakır’dan mı, her neredense İstanbul’a yollamışlar. O da gitmiş, işini bitirmiş dönüyor. Haydarpaşa’ya erkence indi. Tren hazırlanmış, boş duruyor. Vagonun birine binip bölmelerden birine yerleşti.

      Biraz sonra bu vagon dolacak, yola çıkacaklar. Konuşacaklar, sonra uyku bir kurşun parçası olup göz kapaklarına asılınca biraz uyumak, biraz rahat edebilmek için yol arkadaşları yaslanacak, kıvrılacak, uzanacak, bin biçime girecekler. Sıkılıp dışarı çıkmak istedikçe, bunların bacaklarını atlayıp rahatsız etmemek için, kapı yanındaki köşelerden birini seçmişti. Yanında getirdiği dergileri çıkardı; karıştırmaya, okumaya başladı.

      Gözleri dergide, aklı evde… Kızına iki bebek, karısına da elbiselik bir kumaşla bir çift ayakkabı götürüyor. Evde bavul açılıp bunlar ortaya çıkınca, karısı hemen oracıkta ayakkabıları ayağına geçirip bakacak. Sonra masanın üstünden aynayı indirip duvar dibine koyacak, önden, yandan nasıl durduğunu, yakışıp yakışmadığını gözden geçirecek. Biraz küçük yahut azıcık dar olmasının değeri yoktur; güzel olsun, ayağını büyük göstermesin!.. Bu yoklamalardan sonra beğenirse, hemen ertesi günü bunları giyip komşusuna gidecek.

      “Bir kadın, kendisine yakışan bir giyim giyindiği vakit onu en sevdiği erkekle, en sevmediği kadına göstermedikçe rahat etmezmiş!” derler.

      Öğretmen, baktığı resimleri görmüyor, okuduğu yazıları da anlamıyor. Karısının nasıl sevineceğini, neler söyleyip neler yapacağını gözü önünden geçirip dururken kapı açıldı, içeriye bir genç adam daha girdi, gidip pencere yanındaki köşelerden birine yerleşti.

      Günler ilkyaz günleri, ortalık da her gün biraz daha ısınıyor ama geceleri yaylalar ayaz olur; pencere aralıkları işler, adamı üşütür. Bu delikanlı denememiş olsa gerek! Yahut aldırmıyor. O da gazetelerini, dergilerini çıkardı, okumaya başladı.

      Bu genç adam, bankalardan birinde kâtiptir. Çalıştığı bankanın müdürlerinden birinin kızıyla nişanlanmak için, izin alıp Edirne’ye gitmişti. Nişan yapıldı. İşine dönüyor. Bu yılın güz aylarında da düğün olacak. Bu yeryüzünde Edirne’den güzel yer var mı?..

      Kaynatasının evi çok kalabalıktı. Her anahtar deliğinde bir göz, her kapı arkasında bir kulak var. Nişanlısı da sıkılgan, çekiniyor. Hem kaçıyor, hem de davul çalıyor! Onu, yalnız olarak iki kerecik öpebilmişti. Biri yanağından, biri de saçlarından. Kaçıyor da delikanlının elini bırakıyor mu!..

      “Olmaz, görürler…”

      “Ama istasyonda ağlarsın!.. Ah, ey güzel Edirne…”

      Bu durumda gazete ya da dergi okunur mu? Bu da öğretmen gibi, gözü işte, aklı oynaşta! Karşı karşıya iki delikanlı dalga geçip otururlarken kapı yeniden sürüldü; bu sefer de içeriye, elli yaşlarında, orta boylu, geniş omuzlu, iri gövdeli bir adam girdi. Tatlı, kumlu bir sesle;

      “Beyler.” dedi. “Burada bana bir yer var mı? Sizin uykunuzun geleceği istasyonlarda ben inmiş olacağım!”

      Öğretmen gülümsedi.

      “Sizinle, bizimle olsa kolay, uyumasak da olur. Ama şimdi dolarlar. Siz buyrun rahatınıza bakın!” dedi.

      Bu adam, kabzımal Mustafa Efendi adında bir zerzavat komisyoncusudur. Gençliğinde hatırı sayılır hovardalardandı. Şimdi de pazar, piyasa yerlerinde, mahalle dolaylarında tanır, sayarlar. Oldukça da zengindir. Hiç evlenmemiştir. Kız kardeşinin yanında kendi babasından, dedesinden kalma bir evde oturur. Kazandığını da ona yedirir.

      Kız kardeşi, Denizyolları levazımında çalışan sessiz bir adamla evlidir.