M. Turhan Tan

Lale Devri


Скачать книгу

çizdi.

      “Bir sözün, öbür sözünü tutmuyor. Demin bütün işlerin iyi gideceğini söylüyordun. Şimdi tedbirin takdire uygun düşmesi gerek diyorsun. Beni avutmak mı dilersin yoksa bir felaketten korkup da yüreğimi peklemek mi istersin? Açık söyle İbrahim, beni gerçekten seviyorsan bildiğini ayan eyle.” dedi.

      Muşkaralı yazıcı gülümsedi:

      “Alın yazısı bozulmaz. Levh-i mahfuzda ne takdir olunmuş ise onu göreceğiz padişah ile köle, kavi ile zayıf hep bu hükmün kurbanıdır. Fakat cenabınız benden iyi bilir ki kul tedbirini yapar, Halik takdirini yürütür. Rami Paşa, cenabınıza hizmet için değil; kendini şeyhülislamın çiftesinden, celladın o çifteye bağlı baltasından korumak için velinimetini, şevketli hünkârı kündeden atmak istemiştir. Her tedbiri almıştır. Yüzde yüz mümkün ki onun çevirdiği dolap umulan neticeyi versin, geceler bitip yeni bir gün doğsun!” dedi.

      Ahmed Sultan, sinirlenir gibi oldu, sert sert bakındı ve bağırdı:

      “Bre yazıcı, bırak şu medrese ağzını! Türkçe konuş; Rami Paşa gidisinin tedbiri nedir, bu tedbirden çıkacak netice nedir? Bunları söyle!”

      “Sultanım, telaş buyurmayın. O tedbir, cenabınızı tahta götürecektir.”

      “Haydi, öyledir diyelim. Fakat tedbirin aslı nedir?”

      “Kulunuzun sezişine göre Edirne’den çıkan ordu ile İstanbul’dan Edirne’ye doğru yola düzülen ordu dövüşmeyecek. Kucaklaşıp öpüşecek. Şevketli kardeşinize de bu durumda tahtı, tacı bırakmak düşecek.”

      Ananeye göre henüz sakal bırakmamış olan Ahmed Sultan’ın eli, kılsız çenesine gitti, gözleri önüne eğildi. Verilen haberden pek mahzuz olduğu bu düşünceli hâlinde de apaçık görünüyordu. Bununla beraber endişeden tamamıyla kurtulmuş değildi. Ortaya atılan ve kendisince hayati bir kıymet taşıyan mevzunun tamamıyla aydınlanmasını istiyordu. O sebeple biraz düşündükten sonra başını kaldırdı, odaya gireliden beri ayakta duran İbrahim Efendi’ye bir Bursa ihramı gösterdi.

      “Yazıcı, otur şu işi ‘minelbap ilelmihrap’ anlat.” dedi.

      Muşkara köylüsü, yer öptü “Estağfurullah sultanım, oturmak ne haddime.” diyerek yine ayakta kaldı. Fakat şehzade ısrar edince:

      “Elemri fevkaledep” tekerlemesini tekrarlayarak gösterilen yere diz çöktü anlatmaya koyuldu.

      “Daltaban Mustafa Paşa’yı şeyhülislamın öldürtmesi çok dedikodu uyandırdı. Halk ve asker bu işin haksız olduğunu söyleyip duruyordu. Onun yerine sadrazamlığa geçen Rami Paşa’nın bu cinayette eli vardı. Hem bu suç ortaklığından hem de aynı akıbete uğramak tehlikesinden kurtulmak için düzen kurmaya koyuldu. Moskofların sınır üzerinde kımıldamaları, Kırım Hanı’nın isyan bayrağını çekmesi de ortalığa dedikodu tohumları döküyordu. Rami Paşa, bu durumdan kendi hesabına istifade etmek istedi. Ne Moskof işiyle uğraştı ne Kırım meselesine ilgi gösterdi. Hristiyanların, Yahudilerin sarı ayakkabı, kırmızı çuha kalpak giymelerini yasak etmekle, İslam kadınlarının geniş ferace ve kalın yaşmak kullanmalarına ferman çıkarmakla oyalandı. O arada Venedik tercümanına da sopa attırdı. Bunları yapmaktan maksadı İslam’ı, Hristiyan’ı ve ecnebiyi hükûmetten soğutmaktı. Sonra şevketli hünkârın zihnini çeldi. Herkes sıkıntıdan feryat edip dururken sultan efendilerimizden üçünün birden düğününü yapmaya izin aldı. Onlardan birini Köprülü oğlu Numan Paşa’ya, ikincisini Maktulzade Ali Paşa’ya, üçüncüsünü Silahtar Çorlulu Ali Paşa’ya nişanladı, her sultan efendimiz için bir de saray yaptırmaya başladı. Hâlbuki bu işlerin sırası değildi. Hele nişan olacak damat paşaların verdikleri şeyler halkın gözüne pek büyük görünüyordu. Çoğu bir lokma ekmek bulamayan bir kalabalığa o nişanları göstermek hata idi.”

      Veliahdın para ve elmas hırsı birden şahlandığından mevzuyu unutuverdi, heyecanla sordu:

      “Yeğenlerimin nişanlandıklarını bana haber verdiler ama damatların nişan diye yolladıklarını göstermediler.”

      İbrahim Efendi’nin kaşları belli belirsiz çatıldı, gözlerinde bir ışık belirip söndü. Fakat hiddetini sezdirmedi, cevap verdi:

      “Çorlulu Ali Paşa, kendine nişanlanan Emine Sultan hazretleri için bir elmas broş, bir elmas çaprast, bir elmas bilezik, bir yakut salkım küpe, bir elmaslı ayna, bir elmaslı nikap, bir incili mest ve pabuç, bir elmaslı altın nalın, iki bin flori, kırk tabla şeker yolladı. Ayşe Sultan hazretleri için de Damat Numan Paşa, bir elmas broş, bir elmas bilezik, bir zümrüt küpe, bir elmaslı çaprast, bir elmaslı nalın, bir elmaslı mest ve pabuç, iki bin flori ve kırk tabla şeker gönderdi. İki damat yalnız küpede ayrılmışlardı. Fakat Çorlulu’nun yakut, Köprülü’nün zümrüt küpeleri de Mısır eyaletinin bir yıllık vergisi değerinde idi.”

      Ahmed Sultan -sanki bu servetin kendine sunulmamasından hayıflanıyormuş gibi- içini çekti.

      “Peki, anladım. Sen şu ayaklanma işini anlat.” dedi.

      “Evet sultanım, Rami Paşa bütün bu işleri halkın devlet-i âliyyeye karşı hırslanması için yapıyordu. Meramına erdiğini sezdikten sonra Cebecibaşı İbrahim’i Edirne’den İstanbul’a yolladı, bir ayaklanma hazırlatmaya girişti. Herifin hararlarını, heybelerini çil akçe ile doldurmuştu. Fitne uyandırmak; kazan kaldırtmak için o paraların saçılmasını emretmişti. Şevketli kardeşiniz bu olup biten şeylerden bihaberdi, kendisine akıl kâhyalığı yapan şeyhülislam efendi de gaflet uykusunda idi. Onun için Cebecibaşı İbrahim meydanı boş buldu. Gürcistan’a gidecek iki yüz cebeciyi ele aldı, heriflere -birikmiş ulufelerini istemek bahanesiyle- bayrak açtırdı. Cenabınıza malumdur ki devlet-i âliyyeyi ızdıraba düşüren bütün ayaklanmalar hep böyle küçük vakalarla başlamıştır. İki yüz cebecinin gürültüsü de çarçabuk büyüdü. İşsiz, güçsüz kimseler şeyhülislamdan hoşlanmayan medreseliler hatta ayaklarından pabuçları, başlarından kalpakları çıkartılmış olan Hristiyanlarla Yahudiler bu alaya katıldı ve habbe bir çırpıda kubbe oldu, katreden derya doğdu, İstanbul sokakları gürültüye boğuldu. Şeyhülislamın damatlarından biri, Köprülülerden Abdullah Paşa İstanbul kaymakamı idi. İkinci damadı da -Mehmed Efendi- İstanbul kadılığında bulunuyordu. Cebecibaşının talimi ile cebeciler ve halk ilkin Abdullah Paşa’nın sarayına saldırdılar. Paşa, yeniçerilerle saray bostancılarını silahlandırıp hücuma karşı koymak istedi, muvaffak olamadı. Çünkü yeniçeriler de Etmeydanı’nda toplanmaya ve at meydanında karargâh kuran cebecilerle el birliği yapmaya hazırlanmışlardı. Saray bostancıları ise ‘Padişahtan ferman yok, biz Muhammed ümmetine kendiliğimizden silah çekemeyiz.’ deyip yan çizmişlerdi.

      Dükkânlar kapanmıştı, bütün İstanbul halkı cebecilerin bir iş başarabilmesine dua ediyordu. Bu sırada Abdullah Paşa kaçtı, İstanbul kadısı yakalanıp hapsedildi, yeniçerileri uslu tutmak isteyen sekbanbaşı öldürüldü. Saray basılarak sancak-ı şerif alındı, ulema Atmeydanı’na getirildi, esnaf şeyhleri isyana karıştırıldı. ‘Padişahın adaleti olmadığından üzerine huruç edildiği ve adalet olmayınca ibadet de olamayacağı’ ileri sürülerek cuma namazı yasak edildi ve şevketli kardeşinize bir mahzar gönderildi. Bu mahzarda ‘Şeyhülislam ile oğullarının hemen azli ve kendisinin de hiç durmadan İstanbul’a gelmesi’ isteniliyordu.”

      Rengi derece derece sararan Ahmed Sultan mırıldandı:

      “Küstahlık, büyük küstahlık!”

      “Beliğ sultanım, küstahlıktır. Lakin kusur, yine bu caniptedir. Şeyhülislama o kadar yüz verilmemek, halkın kalbi kırılmamak, hocalar takımı gücendirilmemek gerekti.”

      “Her