M. Turhan Tan

Lale Devri


Скачать книгу

dahi henüz sersemlikten kurtulmuş değilim. İçimde hem bulantı hem titreme var. Ondan kaziyeyi huzurunuzda zikretmekten çekinirim. Fakat taht u taç sahibisiniz, nik ü bed her vakadan haberdar olmanız gerektir. Ondan ötürü macerayı takrire mecburum. Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali, aralarında beş-altı yüz kişi olduğu hâlde Ağakapısı’nı basmışlardı. Bu vaka, şevketli efendime malumdur. Fitne elebaşıları Şeyhülislam Feyzullah Efendi dertmendini oradan alıp kendi çadırlarına götürdüler, işkenceye koydular. Ayan ve nihan bütün hazinelerini söylettiler, ondan sonra burnunu kestiler, kulağını kestiler, dudaklarını kestiler, al kanlara revan olduğu hâlde bir yırtık gömlekle lagar ve uyuz bir beygire ters bindirdiler; Edirne şehrini sokak sokak, çarşı çarşı, meydan meydan gezdirdiler. Zalimler en önde nara atıp sayha koparıp yürüyorlardı: ‘Ey ümmet-i Muhammet, dine ihanet eden devlete ihanet eden rüşvetçi hainlerin cezası budur. Görün; agâh olun, ibret alın!’ diye bağırıyorlardı. Yüzlerce çocuk, o uyuz beygirin ardına takılmışlardı; heyhey çağırırlardı, yuha deyip gülüşürlerdi. Gelip geçenden mecruh ve natuvan şeyhülislama taş atan, küfür savuran oluyordu. Ama halkın ekseri bu nareva zulümden haşyet duyup geri geri kaçıyordu, gözün yumup fesahate şahit olmaktan tevakki eyliyordu. Feci olan şu idi ki sarıklılar ayet okuyup hadis okuyup zalimlerin ayağını kementlemek, bu zulmün önünü almak gereken kendini bilmez bir karış boylu çocuklarla birleşiyorlardı. Alkış çala çala ve cübbelerine zil çaldıra çaldıra alay ardında koşuyorlardı. İşte bu hayhuy içinde şeyhülislam alayı bütün şehri dolaştı, Bitpazarı’na geldi, orada yine mevizalar söylendi, halkın mecruh ve sefil hocaya birer balgam savurması emrolundu. Bu emre herkesten önce hocalar inkıyat gösterdi; dün elen, eteken öptükleri şeyhülislamın yüzüne tükürmeye başladılar.

      Feyzullah Efendi fazla kan zayi etmekten; taştan, tükürükten bitkindi, beygir üzerinde duramaz bir hâlde olup iki yana melul melul sallanıyordu. Sipahi Karakaş Mustafa onun can vermek üzere bulunduğunu görünce ileri atıldı; yumruklayarak ve küfürler ederek bedbahtı beygirden indirdi, ilkin hançerle bir yanını deldi, kalabalıktan da kendini taklit etmelerini istedi. Şimdi iğneden yatağana kadar delici, kesici bir alet yakalayan saldırıyordu, elindeki silahı şeyhülislamın bir yanına sokuyordu.

      Feyzullah Efendi çoktan can verip gitmişti lakin iğneler, çuvaldızlar, bıçaklar, hançerler, palalar, yatağanlar hâlâ işliyordu. Yeniçeri Toracanlı Ahmed, bu gidişle ölünün lime lime olacağını anladığından hemen araya girdi:

      ‘Yeter, yoldaşlar artık elinizi çekin. Çünkü herifi parçalarsanız cenaze alayı tatsız olur.’ dedi. Demek herifin nâşinide bir düşüncesi vardı. Herkes bu düşünceyi merak ettiğinden ölünün etrafında bir sessizlik peyda olmuştu. Toracanlı Ahmed, kendi omuzdaşlarıyla kısa bir fiskos yaptıktan sonra üç-beş kişi çağırdı, onların kulağına bir şeyler söyleyip yola vurdu, yüzünü de halka çevirerek emir buyurdu.

      ‘Zinhar dağılmayın, bekleyin. Şeyhülislam efendi cenaplarına şanlı bir alay düzeceğiz.’

      Ben kulun kılığımı değiştirmiştim, bir yana çekilip seyre dalmıştım. Bir saat mi, bir buçuk saat mi orada durduk. Ölü parçalanmış gibi bir durumda çamurlar içinde upuzun yatıyordu.

      İşte bu bekleyiş sırasında pazarın bir yanından bir gürültü koptu, sıra sıra papazlar göründü. Bu ruhban güruhu hep katrani libaslar giymişler, kara kara külahlar takmışlar, uzun uzun zünnarlarını kuşanmışlardı ellerine birer çelipa almışlardı, kendi dillerince ve usullerince teganni ederek geliyorlardı.

      Papazlara, Toracanlı Ahmed’in yolladığı adamlar kılavuzluk ediyordu, artlarında da dört-beş yüz zimmi yavaş yavaş yürüyorlardı. Bu katrani alay, şeyhülislamın naaşı başına kadar gelince durdu, papazlardan sırmalı haç taşıyan biri ilerleyip fitne başılar önünde boyun kırdı, kötü bir Türkçe ile sordu:

      ‘Fermanınız nedir?’

      Toracanlı Ahmed, yerde yatan ölüyü gösterdi.

      ‘Bu leşi, alacaksınız kendi dininizdeki ölülere yaptığınız gibi dualar ırlaya ırlaya şehri dolaşacaksınız, sonra Tunca’ya atacaksınız. Sesinizin kesildiğini, bir sokağın eksik bırakılıp dolaşılmadığını duyarsam sesinizi yeryüzünden keserim!’ dedi.

      Başpapaz yine boyun kırdı, ‘Başüstüne sultanım!’ dedi. Lakin bir tabut getirtmek istedi. Toracanlı Ahmed, hemen celallendi, papazın sakalını üç-beş kere çekip sarstı, yüzüne de birkaç muşta savurdu.

      ‘Bre melun, bu leşe tabut gerekseydi biz getirtmez miydik? Sen, boş kafanla bize yol mu gösteriyorsun? Haddini bil yoksa kelleni kucağına düşürürüm. Tez bir ip al, leşin ayağına tak, ipi kendin tut, arkadaşlarına da tuttur, yola düzül!’ dedi.

      İşte şevketli padişahım, Feyzullah Efendi böyle öldürüldü, cenazesi böyle kaldırıldı ve cesedi tam üç saat taşlar, çamurlar, mezbeleler arasında sürüklendirildikten sonra Tunca’ya atıldı. Onun velinimetini felakete sürüklediği muhakkaktır. Âl-i Osman mülkünü kendi malikânesi yerine koyup halkı soyduğu hazineyi soyduğu, hatta padişahı soyduğu muhakkaktır. İlmiye mansıplarını haraç mezat satmakla iktifa etmeyip o mansıpların en büyüklerini kendi oğullarına, yeğenlerine, damatlarına, akrabasına ve dostlarına hibe ettiği dahi muhakkaktır. O bir kere değil, on kere belki yüz kere ölüme istihkak kesbetmiştir. Lakin kendisini böyle öldürmek, böyle gömmek, cinayettir, fesahattir. Fitne başı sergerdeler bu görülmemiş gadri işlediler, bir şeyhülislam naaşını papazlara sürüttüler.”

      Zeki yazıcı, gizli bir maksatla bu mevzuyu canlandırmak istiyordu. Padişahın heyecandan titrediğini, sonra titremeye başladığını görünce o maksada geçti, sesine çok elemli bir eda çizdi.

      “Şevketli sultanım, her fitneden böyle fazahatler doğar. Tacidar ve şehriyâr olanlar için fitneye istidat uyandırmamak gerektir. Padişahlar hizmetinde bulunanlara da gözlerini dört açıp gece gündüz uyanık durup fitne havası esecek delikleri tıkamak farzdır. Eğer kardeşiniz hazretleri şeyhülislama yüz vermemiş yahut onun mülke tasallut ettiğini vaktinde sezmiş olsalardı bu fitneler kopmazdı. Sadrazamların da şeyhülislamdan korkup dillerini kısmamış, velinimetlerine vaktinde hakikati bildirmiş bulunsalardı yine bu akıbetler vuku bulmazdı.” dedi.

      Ve padişahı endişe içinde bırakmamak için hemen ilave etti.

      “Efendimin selameti, afiyeti uğrunda bin şeyhülislam feda olsun. Bu iş, ulu Tanrı’ya şükür, sizin fermanınızla olmadı, Halik’in de halkın da yanında cenabınızın mesuliyeti yoktur. Bundan sonra da böyle işlerin olmayacağı, olamayacağı aşikârdır.”

      Sultan Ahmed, çok güçlükle kendini heyecandan kurtardı, alnındaki terleri yorgun yorgun sildi.

      “Şimdi, ne olacak? Bu adamlar böyle saltanata şerik olup kalacak mı?” dedi.

      “Hayır padişahım, siz cennetmekân babanızdan, dedenizden ve ecdadınızdan size kalan taht üzerinde müstakil olarak saltanat süreceksiniz. Lakin biraz sabır, biraz tahammül!..”

      “Ne vakte kadar?”

      “İstanbul’a dönünceye kadar…”

      “Oraya mutlak gidilmek mi lazım?”

      “Lazım padişahım. Eğer cenabınız hemen yola çıkmazsanız ordu yine mırıldanır, huysuzlanır. Çünkü asker tayfasının payitahtta kurulmuş çeşit çeşit tezgâhları ve her neferin bin tarakta bin bezi var. Edirne’de kalmaları imkânsızdır. Onun için ferman buyurun; tuğlar dikilsin, hazırlıklar başlasın.”

      Sultan Ahmed, iradesiz ve belki şuursuz inkıyat etti; mırıldandı:

      “Öyle ise kızlar ağasına