M. Turhan Tan

Lale Devri


Скачать книгу

heyecanı son haddi bulmuştu, oturduğu yerde kıvranıyordu, söz buraya gelince diz üstü çöktü:

      “Allah Allah! Neler neler olmuş da ben duymamışım.”

      “Duymadınız sultanım, duyamazdınız da. Ben kulun size zarar erişmesin mülahazasıyla ziyaretinizden ayağımı çekmiştim. Yalnız gözümü dört açmıştım. Cenabınıza yarar haber almak için kapı kapı dolaşıyordum.”

      “Berhudar ol, sadakatinin mükâfatını göreceksin.”

      “Cenabınızı Âl-i Osman tahtında sıhhatle, afiyetle, şevketle oturur görmekten gayri emelim yok. Ulu Tanrı sizi Muhammed ümmetine bağışlasın, bir gününüzü bin etsin.”

      “Hazzettim, Allah seni de bana bağışlasın. Kıssanı tamamla.”

      “Elçilerin yakalanmasını haber alan isyancılar küplere bindiler, hemen Edirne üzerine yürümeyi kararlaştırdılar, harekete de geçtiler. Şevketli kardeşiniz bunu duyunca nasıl bir hata işlediğini anladı, şeyhülislam ile oğullarını mansıplarından çıkardı, Erzurum’a sürdü. Fakat İstanbul’dan çıkan ordu dönmedi, yürümekte devam etti. Çünkü Rami Paşa çevirdiği dolabın bir gün anlaşılacağını, şeyhülislamın er geç sürgünden döneceğini düşünüyordu. Şevketli kardeşinizi ortadan kaldırmak istiyordu. İstanbul yoluna da ulak yollayıp ‘Sakın dönmeyin, gelin işinizi tamamlayın!’ diye öğüt veriyordu. İşte bu sebeple isyancılar ilerledi, Edirne’ye adım adım yaklaştı. Şevketli efendimiz telaş içinde idi, Rami Paşa’dan yardım bekliyordu. O, son bir ihanet olmak üzere Edirne’deki askerle ve toplanacak gönüllülerle İstanbul’dan gelecek orduya karşı konulması fikrini ileri sürdü, şevketli hünkârı kandırdı. Şimdi padişahımız hayatını tehlikeye koyuyor, kendine yâr olmayan bir ordu ile asileri karşılamaya, onlarla harp etmeye gidiyor!”

      Veliaht, muzdarip bir merakla sordu:

      “Harp olur mu, İstanbul ordusu bozulur mu dersin?”

      “Evvelce de arz ettim. Harp olmaz. Çünkü Rami Paşa harp için değil, efendisini asilere teslim etmek için yola çıktı.”

      3

      Sadâbâd’daki lale bahçeleri, genç âşıkların şen kahkahalarıyla çınlıyordu.

      Şimdi susmuşlardı, düşünüyorlardı. Yazıcı İbrahim, bir yandan saltanat müjdelerken bir yandan da vehmini tahrik ettiği, iradesine sarsıntı verdiği veliahdın hem o müjdeyi hem de bu telkinleri unutmayarak bütün bir istikbalde kendine bağlı kalacağını kuruntuladığı veliahdı yan gözle süzüyordu. Yarın padişah olacak adama bir padişahın nasıl kündeden ve tahttan atılacağını öğretmek, ona daimî bir endişe aşılamak demekti. Endişe ise mutlaka tesliyet bekler. Şu hâlde yarının padişahı, ruhuna yerleşen endişeyi o endişeye mahrem olan adamın sözleriyle müteselli etmek, avutmak isteyecekti. İşte İbrahim, bu noktayı düşünüyor ve veliahdın tahta çıktıktan sonra kendisini aramak zorunda kalacağını tahmin edip seviniyordu.

      Veliaht da iki ordu arasında asılı durur gibi görünen tahtın kardeşine mi, kendine mi mukadder olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Eğer ordular harekete geçmemiş ve kendisinden mütalaa sorulmuş olsa bahtını tecrübeye kalkışmaktan o, şüphe yok ki çekinecekti. Çünkü yaradılışında atılganlık, kavgacılık yoktu. Tahtı bir isyan ordusunun neticesi müphem ve meşkûk hamlesinden değil, ölümün elinden almak ona daha tehlikesiz görünüyordu. Çünkü veliahttı, kendisinden yaşça büyük olan kardeşinin ölümüyle tahta -dağdağasızca- çıkacaktı. Böyle bir vaziyette bahtını silahların kuvvetine bağlamak hiç hoşuna gitmiyordu. Lakin oklar yaydan çıkmış, ordular yola düzülmüş ve taht, muzaffer olacak tarafın iradesine bağlı kalmış olduğundan yapılacak iş, kardeşinin mağlup olmasını temenni etmekten ibaret kalıyordu.

      Veliaht işte bu temenniyi bir dua şeklinde açığa vurdu, elini göğe doğru kaldırarak inledi:

      “Rabb’im dine ve devlete hayırlı olan ne ise onu mukadder etsin!”

      Sonra yüzünü Yazıcı İbrahim’e çevirdi:

      “Sözlerinden, Rami’nin oynadığı oyunları anladım. Yalnız öğrenmek istediğim bir şey daha var. İstanbul ordusunu kimler kumanda ediyor?” dedi.

      “Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali. Çalık Ahmed de hepsinin başı.”

      “Ya hocalardan önayak olanlar kim?”

      “Başmakçı oğlundan şevketli kardeşinizin haline fetva alındığını duyduk.”

      Veliaht biraz daha düşündü; bıyıklarını sık sık burdu, çenesini bol bol kaşıdı, sonra ayağa kalktı.

      “Yazıcı, senden çok hoşnutum. Fakat maslahat naziktir belki hayatım tehlikededir. Onun için canını icap ederse tehlikeye koyup beni her hâlden ve her olup bitenden hızla haberdar etmeni isterim. Padişahlar rica etmez ama ben işte rica ediyorum. Beni yalnız koyma, habersiz bırakma.” dedi.

      Muşkaralı köylü yer öptü, birçok dualarda bulundu, öğütler verdi:

      “Zinhar merak etmen, telaşa düşmen!.. Çok geçmez Âl-i Osman tahtı, cenabınıza nasip olur. Ben kulun ne duyarsam vakit fevt etmeden efendime arz ederim.” dedi.

      Sözünde de durdu, hemen her gün veliahdı ziyaret ederek iki ordunun birbirlerini hedef tutarak yavaş yavaş ilerleyişleri hakkında malumat verdi, vaziyetin gittikçe veliaht lehine inkişaf ettiği hakkında müjdeler getirdi ve dördüncü yahut beşinci ziyaretinde ise -heyecandan boğulan bir sesle- şu beşareti haykırdı:

      “Çalık Ahmed, İstanbul’dan çıkmadan cenabınızın mübarek adını halife ve padişah diye hutbelerde okutmuş!”

      Veliaht, tepeden tırnağa kadar titredi, ölü gibi sarararak kekeledi:

      “İdamım hükmünü demek ki imzaladı. Şevketli kardeşim bu küstahlıktan beni mesul eder, mutlak canıma kıyar.”

      İbrahim Efendi, istihza eder gibi gülümsedi ve şehzadenin burnu dibine kadar sokuldu.

      “Latife mi buyurursuz sultanım? Cenabınızın hayatına suikast etmek için kimde cesaret kalmıştır? Hutbe kaziyesi duyulunca herkes elini göğe kaldırıp yüreğini Hüda’ya açıp manen cenabınıza biat eylemiştir. Edirne’den götürülen ordu da aynı hâldedir. İstanbul’da mübarek isminizin hutbelere geçtiğini işitip cenabınızı padişah tanımıştır.”

      “Ne garip söylersin İbrahim, ben burada mahpusum, şevketli kardeşim ordu başında durur. Sen hâlâ türrehat sıralarsın. Ben padişah isem şu kafeste niçin otururum?”

      “Bir küçük maslahat var, o da tasfiye olununca meramımız tamamıyla hasıl olacaktır.”

      “Nedir bu maslahat?”

      “İki ordunun birleşmesi, şevketli kardeşinizin hakikati anlayıp tahttan feragat etmesi!”

      “Ya bu iş ters olursa?”

      “İmkânı yok!”

      Ve birden hatırına bir şey gelmiş gibi davrandı:

      “Sultanım, Çalık Ahmed gidisi şeytana külahı ters giydirecek kadar akıllı imiş. İstanbul’da meşveret kurulurken ilkin amcazadeniz sağır Şehzade İbrahim Sultan’ın tahta çıkarılması fikrini ileri sürer.” dedi.

      Veliaht, kendinden geçer gibi olarak feryadı kopardı:

      “Ne yabana söyler o melun türedi? Ben bütün şehzadelerin ek-beri, aslahı ve erşedi değil miyim? Kanun, kardeşimden sonra tahtı bana mukadder kılmamış mıdır? Bir Çalık Ahmed, Âl-i Osman kanununu dahi payimal mi etmek ister?”

      Muşkaralı