Burhan Cahit Morkaya

Yalı Çapkını


Скачать книгу

a doğdu. Mercan İdadisini ve Mülkiye Mektebini bitirdi. Yeni Gazete’de yazdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Millî Ajansında çalıştı. Servet-i Fünûn’da makaleleri yayımlandı. Yeni Gazete’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Türk Ocağı’nın ilk kurucuları arasındadır. Yunus Nadi ile girdiği polemik dışında Vâlâ Nureddin, Peyami Safa, İsmail Müştak ve Burhan Cahit’in müdahil olduğu, Türkçenin kullanılması ile ilgili bir tartışma yaşandı. Bir taraf yabancı isimlerin kendi dillerindeki gibi yazılmasını istedi, Burhan Cahit’in yer aldığı diğer taraf ise kelimelerin yazıya telaffuz edildiği gibi, Türkçe imla kuralları ile dökülmesinden yana oldu. 1918’de kurduğu Karagöz gazetesini 1928’den sonra Köroğlu adıyla 1949’a kadar çıkardı. Bu arada Son Posta gazetesinde fıkra yazdı. 1930 yılında gözünden rahatsızlandı ve sağ gözünü kaybetti. 1946’da İstanbul’dan milletvekili seçildiyse de mazbatası TBMM’de reddedildi. 1949 yılında İstanbul’da öldü.

      Zamanında geniş okuyucu kitlesine ulaşan romanlarının konusunu daha çok Birinci Dünya Savaşı ve sonrasının, toplumun hayatına getirdiği değişikliklerden almıştır.

      Romanları: Adam Sarrafı (1925), Coşkun Gönül (1925), Aşk Bahçesi (1925), Kızıl Serap (1926), Ayten (1927), Harp Dönüşü (1928), Hizmetçi Buhranı (1928), Komşunun Romanı (1929), Aşk Politikası (1930), Şeyh Zeynullah (1931), Köy Hekimi (1932), Bir Çatı Altında (1932), Cephe Gerisi (1933), İhtiyat Zabiti (1933), Yalı Çapkını (1933), Yüzbaşı Celal (1933), Düğün Gecesi (1933), Mudanya-Lozan-Ankara (1933), Cephe Gerisi (1934), Dünkülerin Romanı (1934), Gurbet Yolcusu (1934), Kır Çiçeği (1934), Patron (1935), Gönül Yuvası (1936), Kurşun Yarası (1936), Sevenler Yolu (1937), Nişanlılar (1937), Yaprak Aşısı (1939), Köydeki Dost (1940).

      Hikâyeleri-Fıkraları: Bu Yaştan Sonra (1919), Bizans Akşamları (Sohbet ve hikâyeler, 1922), Hüsam Efendi’nin Kızı (1925).

      Kahramanlarının bir kısmı hayatta, bir kısmı Hisar Tepesi’ndeki fıstıkların gölgesinde, toprakta olan bu romanın mevzusu on dokuz yıl evvel Boğaziçi’nde geçmiş ve o zaman bu sahillerde şiddetli ve devamlı bir heyecan uyandırmıştı. Bana öyle geliyor ki bugün daha çok maddi hareket eden kadın ruhu, bu sergüzeştin içinde gösterdiği yüksek feragat ve fedakârlıkla karileri ne kadar mütehassis edecekse vakaların hakikati itibarıyla da o kadar heyecan verecektir.

24 Ağustos 1930Burhan Cahit Morkaya

      Çubuklu Bahçesi o cuma çok kalabalıktı. Gelen vapurlardan akın akın çıkan halk bahçenin sık kestanelerle gölgelenmiş yeşil köşelerine dağılıyor, kadınlar kendilerine ayrılan kafesli yere geçerken erkeklere görünmek ihtiyacıyla ağır fakat heyecanlı adımlarla yürüyorlardı.

      Bahçenin alt kısmında etrafı pembe, mor çiçekli ortancalarla çevrilmiş yüksek bir kameriyede ince saz heyeti var.

      Havuzun fıskiyesinden fışkıran sular yüksekte yarım daireler çizip birer havai fişek gibi dağıla dağıla tekrar suyun sathına düşüyor ve orada daima daralan genişleyen daireler, hareler çiziyorlar.

      Kanun; kesik, muttarit, yuvarlak ve oynak nağmelerle akorda başlıyor.

      Rıhtımdan, sandallardan süslü genç kadın kafileleri, ceket kollarında ipekli mendiller görünen ipek şemsiyeli; yüksek iki kat yakalı, kaim plastron boyun bağlı, dar pantolonlu şık beyler, bıyıkları pomatlanmış ve yüzleri perdahlanmış ve pudralanmış…

      Garsonlar ellerinde soğuk gazoz, köpüklü kahve tepsileri, marpuçları kollarından geçmiş nargilelerle masadan masaya koşuşuyorlar. Herkeste süsüne, kıyafetine karşı asabi bir itina ve dikkat var.

      Genç beyler, bahçeye girmeden evvel bir sipere çekilip arka ceplerinden çıkardıkları mendille iskarpinlerinin tozunu alıyor, bazıları küçük el aynasında boyunlarını o sıcakta dimdik tutan sert kolalı yakanın biçimini kontrol ediyor. Bazıları tabii görünmek kaygısıyla kadınlar kafesine şairane fakat geçici, lakayıt nazarlar fırlatıyor. Kimisi de çapkın görünmek arzusuyla parmakları bıyıklarında velfecri okuyan gözleriyle arkasında gölgeler kımıldayan, fısıltılar duyulan kafeslere doğru şikârını sezmiş aç kurt gibi bakıyorlar.

      Koltuğunda cam kavanoz, elleri boya içinde, kolları sıvalı külhanbeyleri: “Beykoz’un taze cevizi!” diye bağırarak masa aralarında dolaşıyor. Kocaman el işportalarıyla halkı itip kakarak müşteri arayan Yahudi çocukları cıyak cıyak bağırıyorlar:

      “Taze fındık, eğlencelik!”

      Ve kanunun bitmek üzere olan akorduna kemanın ince, uzun yay sesleri; udun, dolgun ve şişman sesleri karışıyor.

      Beykozlu Fazıl Azmi, o gün İstanbul’dan beklediği arkadaşlarını bulmayınca yalnız olarak Çubuklu’daki saza gelmeye karar vermişti.

      Sandal onu iskeleye çıkardığı vakit saz yeni başlamıştı. Sağdan soldan rıhtım boyunca kadın, erkek birçok kafileler geliyordu.

      Fazıl Azmi o senenin modası dar pantolonla küçük yakalı kostümü, ceket kolundan dalga dalga sarkmış ipek mendili; elinde gül ağacından saplı siyah ve ipek şemsiyesi, parmağında gözü pırlantalı altın yılan yüzüğü, yastık gibi kaim boyun bağının üzerinde elma biçimi elmaslı iğnesi ile tam manasıyla birinci sınıf şık bir genç olarak zevkine emin, zarafetine mağrur ağır ağır bahçeye doğru yürüyordu. Kapının önü, girenlerin birikmesinden dolayı kalabalıktı.

      Fazıl Azmi çiçek gibi kıyafetiyle iskarpinlerinin tozlanmaması için kenardan dolaşarak kapıya geldiği zaman, yanı başında evvela hoş bir ipek hışırtısı kulağına geldi, sonra latif bir menekşe kokusu havayı doldurdu. Daha sonra hemen yanı başında gevrek, taze bir ses duydu:

      “Abla, acele etme yer buluruz.”

      Fazıl Azmi perde perde ve çeşit çeşit cümlelerle asabını harekete getiren bu ses ve bu nefesin membasını görmek için başını çevirdi. Ve ilk nazarda gri, ince bir peçe altında bir çift iri kestane gözle karşılaştı.

      Bu bir an içindeki kavuşma âdeta eski bir aşinalık gibi lezzetli oldu. Birbirini ilk gören iki çift göz kuvvetli bir dostluğun verdiği samimiyeti andıran heyecanla bakıştılar. Ve gene bir an içinde ayrıldılar.

      İpek hışırtıları uzaklaştı. Havayı dolduran menekşe kokusu dağıldı. Ve Fazıl Azmi’nin gözleri kalabalığa karışan bu iki kurşuni gölgeyi bir daha görmek için ileriye atıldı. Fakat bu tatlı bir rüyadan uyanır gibi bir şey olmuştu. Kalabalık arasından sıyrılıp bahçeye girdiği zaman onlar kafeslerin arkasında kaybolmuşlardı.

      Delikanlı kendini sersem eden bu rengi, sesi ve kokuyu tekrar bulmak istiyordu. İlk şaşkınlıktan sonra bu arzu ne çare ki şık ve manasız kafeslerin önünde kırılıyordu.

      Fazıl Azmi etrafındakileri görmeyerek sandalyelere, masalara çarparak kafeslerin istikametine doğru yürüyordu.

      Fakat bu sıra sıra uzun kafeslerin hangi kısmı önünde yer intihap edeceğini bilmiyordu. Ve buralar da kalabalıktı. Tereddüt ve heyecan içinde nereye, ne tarafa oturacağını şaşırmış bir hâlde bakınıyordu ki deminki sesi, o kıvrak ve taze sesi kafesin arkasından tekrar duydu:

      “Abla burası iyi değil mi? Saza da yakın.”

      Ve Fazıl Azmi şedit bir sevincin heyecanıyla derhâl ilk rast geldiği boş masayı işgal ediverdi.

      Terlemişti, fesini çıkardı. Beyaz keten mendiliyle alnını, boynunu sildi. Artık içi rahat etmişti. Onları görmüyordu fakat onların yakında olduğunu biliyordu. Hatta ara sıra menekşe kokusu hafif hafif hissediliyordu.

      Gelen garsona su, kahve söyledi.

      Yeşil gölgeli, set set büyük bahçedeki mırıltılar, hareketler, ayak sesleri sazın ağır bir hicaz faslına başlamasıyla nihayet buldu. Hanendeler güzel okuyorlardı:

      Meyle teskin eyle saki âh-ü ateş-zârımı

      Pek harabım gel sevindir hatırı nâşadımı 1

      Boğazın