Burhan Cahit Morkaya

Yalı Çapkını


Скачать книгу

sırma püsküllü kılıçlarına dayanmışlar, bir muharebe marşı dinler gibi tam bir ciddiyetle kulak vermişlerdi.

      Fazıl Azmi sazı dinler görünmekle beraber bütün hisleri ve varlığıyla kafeslerin arkasından gelecek herhangi bir hareketi gözünden ve kulağından kaçırmamak azmiyle pürtelaş düşünüyordu.

      Bu çifti ilk defa görüyordu. Ne zamandan beri Boğaziçi’nin hemen bütün eğlence yerlerinde gezip dolaştığı hâlde onlara tesadüf etmemişti. Kendi muhitinde hemen bütün genç ve güzel kızları tanıyordu. Bazılarıyla aşinalığı, bazılarıyla daha sıkı tanışıklığı vardı. Fakat bu sade dümdüz münasebetler onun yirmi yaş rüzgârı esen kalbinde yer tutamamıştı.

      Ve arkadaşları, onun bu metanetini hissizlikle birleştirip aşktan anlamamakla itham ediyorlardı.

      Fazıl Azmi, Boğaz’ın yeşil kıyılarında saf aile muhitlerinde yetişen bu masum ve içli kızları beğenmiyor değildi.

      Onlar arasında ne inceleri ne parlak nilüfer gözlü ve bir hanımeli kadar cazibeli olanları vardı.

      Konuşurken kulaklarına kadar kızaran sevgi kelimesini telaffuz ederken dudakları titreyen ne bakir mahluklar vardı.

      Boğaz kıyılarının bu yeşil gölgelerine serpilen yalılar ve köşkler, böyle ne güzel fındık kurtlarını koyunlarında saklıyorlardı.

      Hatta Fazıl Azmi, bunların o çok hassas kalplerindeki zaaftan istifade ederek bazılarının mahremiyetine kadar sokulmuştu. Aşka o kadar yakın, mağlup olmaya o kadar kabiliyetli olan bu taze ve saf ruhları, bir zalim atmaca gibi parçalamak pek kolaydı. Fakat temiz aile terbiyesi, muhitin böyle menfi hareketlere karşı gösterdiği hassasiyet onu daha ileri gitmekten menediyordu.

      Ve zaten bu münasebetler, araya böyle maddi maksatlar girmediği takdirde samimi bir arkadaşlık şekline dökülüverirdi.

      Fazıl Azmi’nin bu vaziyette devam eden birkaç macerası vardı. Şimdiye kadar hiçbir genç kız, onun gözlerinden geçip kalbine kadar nüfuz edememişti. Bütün münasebetleri, ya iyi bir aşinalık ya da tehlikesiz bir dostluk hâlinde kalmıştı.

      Onu düşündürecek, sürükleyecek, ızdırap çektirecek bir vaka henüz hayatına girmemişti.

      Fazıl Azmi, kahvesini içerken etrafını dolduran kalabalıktan uzakmış gibi kendi âleminde anlayamadığı bir tesirle bunları düşünüyor ve sonra bu izlerin peşinde, biraz evvelki tesadüfün bıraktığı heyecana kadar geliyordu.

      Kendisinden biraz uzakta, kafesin arkasında saklanan o iri kestane gözler, hâlâ gözlerinin önünde idi. Ne tatlı bakışları ne ahenktar, taze, temiz bir sesi vardı.

      Fazıl Azmi şimdi bütün gürültüsü ile devam eden saza kızıyor, pek sevdiği kemençenin suzinak fasıllarını ve iniltili nağmelerini soğuk buluyor hatta hâlâ alçalmayan güneşin aydınlığına tutuluyordu.

      İstiyordu ki ağızlarını karış karış açarak cıyak cıyak bağıran hanendeler sussunlar, akşamın geldiğini haber verecek güneş, İstinye tepelerine düşsün bu münasebetsiz kalabalık dağılsın ve onlar kafesten çıksınlar.

      Fazıl Azmi şimdi asabi bir sabırsızlıkla, şikârının saklandığı inin ağzında bekleyen hilekâr bir tilki gibi hırs ve heyecan içinde sıkılıyordu.

      O kestane gözleri bir kere daha görmek, o sesi bir daha işitmek ihtiyacını o kadar şiddetle hissediyordu ki ilk defa duyduğu bu arzunun seyri ile ne yapacağını şaşırıyor; kalabalığa kızıyor, asabiyetten cıgara içiyor, içtiği cıgara biterse mesele hallolacakmış gibi bitmeden söndürüyor. Sonra boş kalan ellerine meşguliyet bulmak için tekrar yenisini yakıyordu.

      Birinci fasıl bitip bahçeye sükûnet çöktüğü zaman herkes rahatça birbiri ile konuşmaya başlamıştı. Fazıl Azmi, kafese en yakın masayı işgal etmişti. Fakat arada yine çiçeklerle ayrılmış bir kısım ve nihayet şeddin duvarı vardı. Sandalyesini çiçek tarhının içine kadar çekti. Kadınlar kısmında uğultu hâlinde bir sohbet; erkekler tarafında bardak, şişe, tabak şıkırtılarına karışan kaba bir mükâleme başladı. Mamafih kafesin arkasından o ilk zaman duyduğu narin ve çınlayan sesi ara sıra ve bir iki müphem kelime hâlinde veyahut kıvrak bir küçük kahkaha şeklinde işitiyordu.

      Ve hissetmişti ki onu bu kadar alakadar eden bu bir çift göz kendisine pek lakayıt değildi. Oraya yaklaştığı zaman nereye oturacağını düşünürken o genç sesin kendisine işittirmek ister gibi:

      “Abla burası güzel!” demesi kâfi bir işaretti.

      Fazıl Azmi şimdi o ilk tesadüfle bu işaretin verdiği cesaret ve ümitle sazın bir an evvel bitmesini bekliyor, sabırsızlanıyordu.

      Saz ikinci fasla başladı. Bu defa kemençenin suzinak bir taksimi ile fasla giren sazendeler, bu makamın en güzel şarkılarını çalmaya başladılar:

      Etmiyor hiç merhamet canan benim efganıma,

      Arz eden yok mu acep hâlimi cananıma,

      Kalmadı dilde tahammül ta dayandı canıma

      Arz eden yok mu acep hâlimi cananıma! 2

      Şarkının son nakaratı okunurken Fazıl Azmi, garip ve mahzun nazarlarıyla kafesin o sesi işittiği kısmına bakıyordu.

      Belki bir yıl sürmüş gibi elim ve uzun gelen bu saz, nihayet güneş boğazın karşı tepelerinde kaybolup gittiği sıralarda bitti. Uzak yerlerden gelenler acele ederek kalktılar.

      Fazıl Azmi; hesabını görmüş, hazırlanmış, cigarası daima ağzında bekliyordu. Onların hâlâ kafes arkasında olduklarını ima eden hareketler, mükâleme parçaları hissediyordu.

      Delikanlı:

      “Herhâlde yakın bir yerde olacaklar!..” dedi. Vapur gitti.

      Akşamın sarışın aydınlığı gittikçe azalıyordu. Bahçenin sık ağaçları altına loşluk çökmüştü. Etraf epey tenhalaşmıştı. Bir kısım halk iskeleden sandallara binip muhtelif istikametlere gidiyorlardı.

      Nihayet Fazıl Azmi, onu yeni bir heyecana düşüren aynı sesi tekrar işitti:

      “Haydi, abla gidelim artık!”

      Onlar arkadan dolaşıncaya kadar o bahçeden çıktı. Fakat acele etmişti. Şimdi hangi istikamete gideceklerini bilmiyordu. Onları bekler gibi durmak da münasebetsiz olacaktı. Seri bir kararla hemen vapur iskelesine girdi. Gişenin yanında duvara yapışık, tarifeyi tetkik eder gibi vaziyet aldı.

      İki genç kadın, iki kurşuni gözle bahçeden çıkarken etraflarına bakınıyorlardı. Onu görmediler. Bu tesadüfe Fazıl Azmi memnun olmuştu. Şimdi onların âdeta kendisini arar gibi sağa sola baktıklarını görüyordu.

      Fakat küçüğü, zeki ve cevval bakışlarıyla onu derhâl gördü. Peçesini hafifçe kaldırarak baktı ve sonra ablasına döndü. Bir şeyler söyledi. Yukarı istikamete doğru yavaş yavaş yürümeye başladılar.

      İskele başı kalabalıktı. Fazıl Azmi nazarıdikkati celbetmemek için acele etmedi. Onlar epey uzaklaştıktan sonra süratli adımlarla yaklaştı. Ve onlar, bu takibi bekler gibi ara sıra bir bahane ile durup rıhtım boyunu tetkik ediyorlardı.

      Delikanlı, bütün bu bakışlardan ve hareketlerden adamakıllı cesaret almıştı. Yaklaşıp görüşmek için bir gün istemek arzusuyla adımlarını sıklaştırdı. Tam Çakalburnu’na sapıyorlardı, Fazıl Azmi arkasına baktı; yakın mesafede kimse yoktu. Burnu sapınca ilerisini gördü, gelen yoktu. Bir kadın ve bir erkek uzakta gidiyorlardı.

      Delikanlı biraz daha sokuldu. Ve ötekiler ağırlaştılar.