Burhan Cahit Morkaya

Yalı Çapkını


Скачать книгу

çıkaran çakıl taşları cevap verdi.

      El ayak çekildikten sonra, büyük kayısı ağacının altındaki bahçe kanepesine oturdu. Buradan bütün yukarı Boğaz, karşı sahiller, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve sonra sağda tek tük ışıklarla Beykoz görünüyordu.

      Fazıl Azmi, iki ellerini kanepenin arkalığına uzatmış bu lacivert derinlikte, altın düğmeler gibi sarı yıldızlar görünen geçidi seyrediyordu.

      Boğazın bu sakin köyünde erkenden herkes yatmış, panjurlar kapanmış, bahçelere serin ve sakin bir karanlık çökmüştü.

      Fazıl Azmi, dimağına ferahlık veren bu sükûnet içinde tatlı tatlı düşünüyordu.

      Bugünkü tesadüf onun asabını altüst etmişti. Hele Kanlıca yolundaki o bir satırlık mükâlemenin lezzeti hâlâ gözlerinde, varlığında idi.

      Ne güzel mahluktu o… Sesinde ne tatlı bir ahenk gözlerinde ne derin bir renk vardı. Kadife gibi yumuşak, güneş hüzmeleri vurmuş bir şarap damlası gibi parlak ve şeffaf… Öyle bir şarap damlası ki rengi insanı sarhoş ediyor.

      Fazıl Azmi, gecenin serin koynunda rahat rahat düşünüyor; hafızasındaki aşk maceralarını deşiyor, bu gelip geçici çapkınlıkları, pek çocukça hatta gülünç buluyor ve nihayet bu hatıra zincirinin son halkası bağlanmış gibi dimağı, Çubuklu tesadüfüne saplanıp kalıyor.

      Bu yaşa gelinceye kadar kalbi titremeden, hayali işlemeden birçok genç kızların dostluğunu kazanan Fazıl Azmi, ilk defa dimağının hayal hâline getirerek leziz bir şerbet gibi yudum yudum içmekten zevk aldığını hissediyordu.

      Genç adam, bu mest edici hayalin zevkini tadabilmek için gecenin siyahlığını da kâfi bulmayarak gözlerini kapıyor; o leziz manzarayı göz kapaklarının altında arıyordu.

      Bir müddet uyuyup uyandıktan sonra oğlunun odasını hâlâ boş bulan Necmiye Hanım telaşla balkona koşmuştu. Zavallı kadın feryat eder gibi karanlıklar arasında onu arıyordu:

      “Fazıl, Fazıl, Fazıl!”

      Fazıl Azmi, tatlı rüyasından zahmetle ayrıldı. Sert bir sesle cevap verdi:

      “Ne var anne, ne oldun yine?”

      Evlatlarından başka tesellisi ve neşesi olmayan kadıncağız, şefkat ve muhabbet dolu bir yumuşak sesle yalvardı:

      “Gece serin oldu yavrum haydi, içeri gir artık üzülüyorum.”

      Fazıl Azmi hırsla yerinden kalktı. Artık o tatlı rüyası bozulmuştu. İçeri girdi, odasına çıktı. Ertesi günkü mülakata düzgün bir çehre ile gitmek için uyumaya ihtiyacı vardı. Fakat buna muvaffak olmayacağını anlıyordu.

      Uykusuz kaldığı akşamlar ona bir somnifer3 gibi tesir eden kitaplardan birini aradı. Eline Selametül insan fi hıfzıllisan isminde bir şey geçti.

      Ve filhakika daha yarım sayfa okumadan daldı.

***

      Rahatsız olduğuna dair arkadaşlarından biriyle kaleme bir pusula yollayan Fazıl Azmi, yemekten sonra bir sandala atlayıp Beykoz’a geçti. İskele başında tanıyanlara tesadüf etmemek için Yalıköy İskelesi’ne çıktı. İhtiyaten bir de vapurdumanı güneş gözlüğü takmıştı.

      Beykoz Çayırı’nda bugün kimseler yoktu. Kâğıt helvası yapan Arnavutların kulübesini geçtikten sonra çayır, uzaklara dere boyundaki ağaçlıklara kadar soluk yeşil bir saha hâlinde uzayıp gidiyordu.

      “Acaba nerede bekleyeyim?..” diye düşünüyordu.

      Onlar veyahut yalnız o, vapurla gelecekti. Ve tarifeye nazaran Anadolu sahilinden vapur Beykoz’a yarım saat sonra varacaktı.

      Fazıl Azmi, çayır methalini görecek kadar ileriye, ağaçlıklara doğru gitti. Burada ne bir kahve ne de bir gazino vardı. Pek uzakta birkaç çocuk top oynuyordu. Çayıra bakan evlerin önünde tavuklar eşeleniyor; dere boyunda gölgelikte çoban kıyafetli birkaç adam da yere uzanmışlar, kestiriyorlardı.

      Fazıl Azmi, çayır boyundaki evlerden görülmemek için biraz ileride çayırın sağ istikametinde böğürtlen dallarıyla kapanmış bir küçük ağaçlığı intihap etti. Burası hem çayırın methalini görüyor hem evlerin nezaretinden saklanıyordu.

      Mendilini yere serdi oturdu.

      Vapura yarım saat vardı. İskeleden araba ile geldikleri takdirde beş dakikada çayırda bulunacaklardı. Yürürlerse…

      Fazıl Azmi, vakit geçirmek için cebinden bir gazete çıkardı fakat bir satır bile okuyamıyordu. Gözleri her an kâğıt helvası yapılan taş binanın köşesine gidiyor. Oradan görünecek arabayı, gölgeleri arıyordu.

      Vakit geçtikçe tabiatındaki istihza ve neşe ihtiyacı da bazen bir rüzgâr gibi içini yalayıp geçiyordu. O yaman intizarın verdiği ızdırap içinde köyündeki kızları, nasıl olup da bahçe kapılarında saatlerce beklettiğini bilhassa gecikip kendisini arattığını, bu eziyetle şu dakikada çektiği acıyı mukayese ediyordu.

      “Onların intikamı alınıyor.” diyordu. Kendi hâline, pantolonu kirlenmesin diye mendil üstünde oturuşuna; ıssız çayır ortasında ipek boyun bağı, incili iğnesi, son moda fesi, ütülü pantolonu, altın kol düğmeleri, kolalı bembeyaz gömleği ile Tevarik kabilesi içine girmiş Frenk mühendisine benzeyişine gülüyordu.

      Dimağını dolduran bu yarı sıkıntılı yarı gülünç düşünceler, bir silsile hâlinde gidiyordu ki uzakta, taş binanın ucundan bir araba göründü.

      Tozlu yolun üzerinde, evlerin hizasını takip ederek gelen bu arabada kadınlar vardı. Fakat onlar mıydı?..

      Fazıl Azmi, her ihtimale karşı bulunduğu yerden kalktı. Çayırın görünebilecek yerine doğru gitmeye başladı.

      İsabet olmuştu. O meydana çıkınca araba derhâl tevakkuf etti ve arabacı ile geçen küçük bir muhavereyi müteakip iki kadın yere indi.

      Fazıl Azmi onları derhâl tanımıştı.

      Arabacı ters yüzüne iskeleye doğru giderken onlar, yolun tozundan kurtulmak isteyerek çayıra geçtiler.

      Fazıl Azmi, onlara doğru gidip gitmemek için tereddüt ediyordu. Çok ileri gitse sıra evlerin nezaretine çıkmış olacaktı. Yürümese onlara karşı belki de hürmetsizlik olacaktı.

      Fakat onlar bu vaziyeti anlamışlar gibi adımlarını sıklaştırmışlardı.

      Onlar da sıra evlerin, o yolun tozunu yutmakla beraber, çayırın böyle eğlencelerini seyretmekle çektiklerini telafi eden o mütecessis evlerin nezaretinden bir an evvel kurtulmak ister gibi acele ediyorlardı.

      Fazıl Azmi bunu hissedince durdu. Hatta her yere karşı siperi olan oturduğu yere doğru yürümeye başladı.

      Bir-iki dakika sonra yaklaşmışlardı.

      Fazıl Azmi, şimdi sevincinden ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Evde, arkadaşları arasında o kadar şen o kadar alaycı ve lakırtıcı olan delikanlı, şimdi ilk lakırtıyı söylemek için dimağına hücum eden birçok cümleler arasında en muvafıkını seçmeye çalışarak sıkılıyor, renkten renge giriyordu.

      Kaldırım çapkınlarının sokakta kadınlara takılışlarıyla eğlenen, onların taklidini yapan ve bunda hakikaten muvaffak olarak herkesi güldüren Fazıl Azmi, şimdi gülünç olmamak ve tabii görünmek için en münasip cümlenin hangisi olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Bu müşkülat içinde tabiilikten çıktığının da farkına varmıyordu. Ve nihayet gelmişlerdi.

      Kan ter içinde kalan hâlini, heyecanını yalnız gözleriyle ifade edebilen Fazıl Azmi, zihninde hazırladığı:

      “Ne