Burhan Cahit Morkaya

Yalı Çapkını


Скачать книгу

olmaz mı efendim, Beykoz Çayırı’nda, öğleden sonra?..”

      “Çok teşekkür ederim efendim.”

      Fazıl Azmi daha ileri gitmeye lüzum görmedi. Zaten karşıdan bir kalabalık görünmüştü. Tekrar geriye dönmek de iskele tarafındaki tanıdıklara karşı çirkin olacaktı. Küçük bir keçi yolundan dağa doğru tırmandı.

      O kadar sevinç ve heyecan içinde idi ki ne yaptığını, nereye gittiğini bile bilmiyordu. Kararan hava ona, takip ettiği keçi yolunu bile kaybettiriyordu. Pantolonunun paçaları vahşi otlar ve dikenlerle dolmuştu. Elindeki ipek şemsiyesi, pırnallara takılıp yırtılmıştı.

      Gene dar patikalardan dolaşıp başka istikamette, rıhtıma ininceye kadar epey zahmet çekti. Hemen bir sandala atladı.

      O kadar neşeliydi ki sevinci gözlerinden, dudaklarından taşıyordu.

      Sandalcı:

      “Ne tarafa beyim?” dediği zaman güldü, o zamanki edebî devrin maruf tabiriyle:

      “Çek! Mersai aşku hayale!..” dedi.

      Ve bu nüktesini sandalcının idrak etmeyeceğini bildiği için bir kahkaha atarak ilave etti:

      “Yukarı hemşehri, İncir köyüne!” dedi.

      Fazıl Azmi içindeki sevinci ilan etmek isteyen bir mektep çocuğu gibi bugünkü muvaffakiyetini anlatacak birini arıyordu.

      Köye çıktığı zaman ortalık iyiden iyiye kararmıştı. Sokakta, bahçe aralarında ıslık çalarak köydeki aşinalığı olan kızların köşkleri yanından geçerken onların görünmeyen çehrelerine merhametle bakarak eve geldi.

      Annesi, her akşam olduğu gibi gene merak etmişti:

      “Ağabeyin geleli yarım saat oldu. Nerede kaldın Fazıl?”

      Her zamanki gibi o mebzul alayları ile cevap verdi:

      “Bugün evlendim ben anne. İç güveyisi girdim, haberin yok mu?” dedi.

      Onun hemen her fırsattan istifade ederek alay etmesine o kadar alışmışlardı ki böyle bir vaka ciddi bile olsa inanmalarına imkân yoktu.

      “Haydi haydi! Yemek hazır, soyun da gel!” dedi annesi.

      Sofrada ağabeyi ona arkadaşlarını bulup bulmadığını sordu:

      “Gelmediler ben de Çubuklu’ya saza gittim.” dedi.

      Ağabeyi Kâmil Azmi, kendisinden üç-dört yaş büyük ağırbaşlı, düşünceli, tedbirli bir gençti. Fazıl Azmi ne kadar şen, alaycı ise o, o kadar ciddi görünüyordu. Komisyonculuk ediyor, epey de para kazanıyordu.

      Fazıl Azmi, mektepten çıktığı zaman ağabeyi onu da yanına almak, tüccar yetiştirmek istedi:

      “Sen çenebazsın daha iyi iş yaparsın!” dedi.

      Fakat Fazıl Azmi, o zaman devlet memuriyetinin ticaretten daha parlak olduğunu gördüğü için bunu kabul etmedi. Arzusu, hariciyeye girip bir sefaret kâtipliğiyle Avrupa’ya gitmekti.

      Bunun için çok çalıştı. Fakat o sırada hariciyede münhal yoktu. Onu himaye eden bir baba dostu:

      “Şimdilik dâhiliyede iyi bir yer var. Oraya yerleş sonra hariciyeye geçersin.” dedi.

      Ve Fazıl Azmi bu ümitle dâhiliye nezareti kalemi mahsusuna yerleşti. Üç aydan beri yeni vazifesine başlamıştı. Köyde onun böyle parlak bir memuriyete de geçtiği duyulunca gelinlik kızları olan anneler, her vesile ile hakkındaki fikirlerini söylemeye başladılar:

      “Doğrusu pırlanta gibi delikanlı, hem genç hem yakışıklı hem de zengin!”

      Ve bunu kızlarının yanında söylemek suretiyle delikanlıya karşı hoşgörülü olmalarını ima ediyorlardı.

      Hakikaten bu yaz Fazıl Azmi’ye karşı teveccühler artmıştı. Genç kızlar, genç dullar, nerede tesadüf etseler bu pırlanta gibi delikanlıya alıcı gözüyle bakıyorlardı. Babası iki sene evvel ölmüştü. Güzel bir köşkleri vardı. Galata’da yüksek irat getirir bir-iki yerleri olduğu söylenirdi.

      Yaşlı kadınlar:

      “Bu eve girecek gelin rahat eder.” diyorlardı.

      Ağabeyi Kâmil Azmi de yirmi dört, yirmi beş yaşlarında ancak vardı. Hem yakışıklı delikanlıydı da… Fakat o kadar ağırbaşlı idi ki sokakta gördüğü kadınlara gözünün ucuyla bile bakmazdı.

      Komşuları annesine ısrar ederlerdi:

      “Necmiye Hanım, evlatların dört kaşlı delikanlı oldular. Şunların mürüvvetini gör ayol!” diyorlardı. Necmiye Hanım da onları evlendirmek istiyordu. Kendisi de yaşlanmıştı, ölmeden onları baş göz etmek arzusunda idi. Fakat ne zaman lakırtısını açsa büyüğü:

      “Daha sırası değil!” diye keser atar Fazıl Azmi de:

      “Hani ya o günler, kızı buldun odama getirdin de almam mı dedim, a anne!” diye işi alaya dökerdi.

      Ve zavallı Necmiye Hanım koca köşkte bir aşçı, bir ahretlikle akşama kadar evlatlarını beklemek, onları merak etmek, üstlerine titremekle ömrünün son yıllarını geçiriyordu.

      Hâli vakti yerinde, geliri giderine uygun rahat bir aile yuvası, kız anaları için cazibeli bir damat, rahat dayalı döşeli bir mahreçtir. İyi bir kaynana, genç bir ev…

      Bu manzara zamanın saadetini daha dar çerçevede gören saf ve masum aile kızlarının da rüyasını şenlendirmekten hâli kalmıyordu. Onun için köyde, iki kardeşin gönüllü talipleri pek çoktu. Kızlar daha ziyade Fazıl Azmi’yi tercih ettikleri hâlde anneleri daha ağırbaşlı buldukları için ağabeyini beğeniyor. Ondan bahsettikçe:

      “Doğrusu efendi çocuk… Öyle terbiyeli ki anası yerinde kadınla konuşurken kıpkırmızı oluyor.” diyorlardı.

      Kâmil Azmi, filhakika görünürde çok ağırbaşlı idi. Fakat onun kardeşinden ayrıldığı nokta, yaptığı çapkınlığı köyünün, semtinin haricinde yapmış olmasından ibaretti. Her gün erkenden işine inen Kâmil Azmi, bazı günler yazıhaneye şöyle bir uğrar sonra tanıştığı kadınlarla uzak, tenha, sapa yerlere gezmeye giderdi. Hiç kimse onu kendi semtinde bir kadınla görmüş değildi.

      Fazıl Azmi öyle miydi ya! Akşam vapurundan çıkıp köşke gidinceye kadar yolda bahçeler, duvarlar arasında belki on beş kızla selamlaşır, gözleşir, fırsat bulursa da cilveleşirdi.

      Bu noktadan iki kardeş arasında geçimsizlik bile olurdu. Kâmil Azmi, kardeşinin yaptığı çapkınlıkların bazen kendisine yükletilmesine kızar söylenirdi.

      Mamafih bunun haricinde iki birader, birbirini çok severlerdi. Necmiye Hanım onların bazen bu münakaşalarını dinler büyüğün asabiyeti karşısında küçüğün alaylarını görerek o da araya karışır Kâmil Azmi’ye:

      “A oğlum erkeğin elinin karası, kadının yüzünün karası! Sen de yap ne çıkar?” derdi.

      Ve onun fikrince erkek oğlu olmak büyük bir şerefti. Hele çapkın, civar kızların başını döndüren bir erkek evlat…

      Fazıl Azmi, Çubuklu dönüşü eve neşeli bir sarhoş gibi geldi. Gülüyor, şarkı söylüyor; aşçı kadının üstüne kolonya sıkıyor, ahretliğin iki örgü saçını birbirine bağlıyor, annesinin başındaki oyalı yemeniyi çekip çıkarıyor. Köşkü birbirine katıyordu.

      Necmiye Hanım, oğlunun bu her zamankinden fazla taşkınlığını görüyor:

      “Azdın gene azdın!” diye tatlı tatlı çıkışıyordu.

      O akşam yemekte o kadar neşeliydi ki ağabeyi bile gülmeye mecbur oluyordu.