Emin Göncüoğlu

Kâğıttan Kayıklar


Скачать книгу

karanlık az önce kaybolmuş, yerini usulca koyu gri bir renge bırakmıştı. Şimdi bu yüzüyle, üstünde ot bitmeyen siyah renkli kayadan tepeciklerin yarım ay biçimindeki eteklerine ürkekçe yayılmış, birazdan, önünde uzayıp duran uçsuz bucaksız ovanın ötesinden kıpkırmızı ışığı ile doğacak güneşi bekliyordu. Doğacak güneşle birlikte, solgun ve dumanlı yüzü şirin bir renge boyanacaktı. Dar ve çelimsiz sokakları ile pürdikkat kesilmiş, bu anı bekliyordu. Gecenin karanlığından ve sessizliğinden sıkılmıştı. Dar ve çelimsiz sokaklarının, artık hepsini ayrı ayrı bilip tanıdığı insanlarla dolup taşmasını istiyor, buna can atıyordu. Yaşadığını ve yalnızlığını o zaman unutuyordu. Eski püskü tozlu damlarının üzerinde, daracık sokaklarında, çocuklarla bir olup güneşi kovalamaya ve oynamaya başlıyordu. Zaten onlardan başka oynayıp avunacağı kimse de yoktu! Aslında bunu başka kimseden beklemiyordu. Üzerinde yorgun adımlarla dolaşıp duran büyüklerin derdini ve kederini yüzlerinden anlıyordu.

      Tek veya çok katlı evlerin güne bakan sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, taştan veya briketten yüzleri daha bir aydınlandı ve kıpkırmızı oldu. Kırık dökük camları ile yanıp duran sokak lambaları güneşin doğuşunu fark etmemiş gibi, cılızlaşan ışıklarını yerlere döküp duruyorlardı.

      Muktim uyanmak üzereydi. Uyurken karnını dayadığı küçük yastıktan ayrıldı. Günlerden cumartesiydi.

      Avuçlarının içi, boynu, her tarafı su içindeydi. Sıkıntılı bir gece geçirdiği her hâlinden belliydi. Sırtüstü döndü; nedense sırtüstü uyuyamadığını düşündü. Buna yarı uykulu hâliyle bir neden bulmaya çalıştı. Fakat herhangi bir sebep bulamayınca vazgeçti. İnce uzun sayılabilecek gövdesini topuklarının yardımı ile geriye itti. Bu hareketi ona bir nebze rahatlık kazandırmıştı. Boynunu kaydırarak yastığı sırtına yerleştirdi.

      Odanın içinde ince bir karanlık vardı. Köşedeki küçük masanın önünde eski bir sandalye, yanda küçük bir yatak ve onun yanında duvara dayalı kitaplık, kapının ardında çivilere asılı cepleri çökmüş eski bir ceket, pantolonlar, yakaları kirli gömlekler üst üsteydi. Masanın üstü darmadağınıktı, içi sigara izmaritleri ile dolu kül tablası, ince yeşil yapraklarını masanın kenarından aşağılara sarkıtıp duran kurdele çiçeği, üst üste kitaplar, sigara paketleri, boş bir su bardağı, kibrit ve bir çift çorap; hepsi bu masanın üstündeydi.

      Muktim kitaplığın önündeki dar yatakta yatıyordu. Göz kapaklarını araladı. Pencerenin önünden güvercin sesleri geliyordu. Kalın perdenin kenarından sızan ışıklar, odayı ince ve parlak bir çizgiyle ikiye bölmüştü. Yatağından yavaş yavaş doğruldu. Vücudu gerçek ağırlığının iki veya üç katına çıkmıştı sanki. Başı ağrıdan çatlayacak gibiydi. Ayaklarını, çarşafı boyuna çizgili yataktan aşağı bıraktı. Uykunun sersemliği ve geceden kalma sarhoşluk onu bakmıyordu. Havayı yutarcasına derin derin esnedi. Ayağa kalktı, sendeleyerek perdenin önüne geldi. Perdenin arasından sızan ışıklar yüzünü ve bedenini ikiye böldü. Yüzü acayip bir şekil almıştı. Perdeyi ışığın sızdığı yerden tutup hızla yana çekti. Gün, olduğu gibi içeri doldu. Saldırıya uğramış gibi geri çekildi.

      Pencerenin önünde, içlerinden bazıları etrafı süzüp duran, bazıları da kendilerince sesler çıkararak sağa sola gidip gelen güvercinler, genç adamın bu hareketi ile neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde birbirleriyle çarpışarak gökyüzüne uçtular. Küçücük yürekleri göğüs kafeslerinden fırlayacak gibiydi. İçlerinden bazıları bu olayın şaşkınlığından hemen kurtulup karşı apartmanın dam duvarlarına kondu. Diğerleri de büyük bir hızla gözden kayboldular.

      Güvercinlerin birbirinin üstünden atlarcasına gökyüzüne çekilmesinden Muktim de ürkmüş, yüzü sapsarı kesilmişti. Titriyordu. Uykusu dağılmıştı. Yüreğindeki patırtıyı dinledi. Pencereyi açtı, dışarıdan gelen temiz ve serin sabah rüzgârını derin derin içine çekti. Biraz yatışır gibi oldu. Sanki şimdi kendinden daha emindi. “Zavallılar nasıl da korktular!” diye içinden söylendi. Bir suç işlemiş gibi huzursuzlanmıştı.

      Karşıdaki uzak balkonlardan birinde bir kadın vardı. Yaşlı veya genç olduğu pek seçilemiyordu. Etraf sessizdi. Dışarı baktığı pencerenin sol tarafına düşen ilerideki evin pencere ve balkon kenarları sıra sıra dizilmiş çiçeklerle doluydu. Kendilerine su verip sonra da küçük yapraklarındaki tozları yumuşacık parmakları ile temizleyecek, evin ve onların sahibi genç ve güzel kadını bekliyorlardı. Vaktin erken olduğu, etrafın sükûnetinden belliydi.

      Apartmanların arka yüzlerinde gözlerini başıboş dolaştırdı. Başındaki ağrının bitmesini bekledi sabırsızlıkla. Dün gece geç uyumuştu. Bunu gözlerinden anlamak mümkündü. Olduğundan yaşlı görünen yüzü yorgundu.

      Dün, iş çıkışında, çoktandır görmediği eski bir arkadaşına rastlamış, sarılıp öpüşmüşlerdi. Senelerdir görüşmüyorlardı. Arkadaşı:

      “Neredesin? Bizimkine haber verdikten sonra gelip alayım seni.”

      Muktim, eski arkadaşının söylediklerini düşünüyordu. “Bizimki” dediği annesi miydi? Yoksa evlenmiş miydi? Belki karısıydı! Eski arkadaşının kara gözlerinde çocukluğunu görmüştü. Konuşurken sözcükleri ardı ardına sıralıyor, nefes nefese kalıyordu. Neşeliydi, yerinde duramıyordu. Kendi durgunluğundan sıkılmıştı.

      “Evde beklerim, akşam yedi senin için uygunsa!”

      “Tamam anlaştık!” diye onayladı eski arkadaşı.

      Muktim oturduğu adresi söyledi.

      “Bizim pederin külüstürü ile gelip alırım seni.”

      “Sen yukarı çıkıp yorulma, ben aşağı inerim.” dedi Muktim. Sonra da:

      “Yukarı gelseydin bir çay demlerdim sana, hem de kaçak!”

      Fakat anlamsız buldu bu davetini.

      “Sen boş ver çayı!” diye gülerek konuştu eski arkadaşı. Gider dışarıda bir yerde oturur hasret gideririz.”

      Muktim, esmer alnını kırıştırarak konuşan eski arkadaşına sevgi dolu bir bakışla baktı.

      “Özlemişim yahu, ne kadar çok oldu değil mi görüşmeyeli?” dedi.

      “Öyle ya, ben de özlemişim.”

      “Eskiden daha şişmandın, epeyce zayıflamışsın. Sen iyisin, yani değişmemişsin.”

      Esmer, uzun boylu eski arkadaşı ellerinden yakaladı Muktim, yumuşakça sıktı avuçlarını, sonra da gülerek sarıldı, yanaklarından öptü ve yumuşak bir sesle:

      “Akşam yediye fazla bir şey kalmadı. Daha çok geç kalmayalım, yoksa günü burada bitireceğiz.”

      Ayrıldılar, eski arkadaşı arkasından seslendi:

      “Yedide yanındayım, unutma.” Ardından ekledi. “İyi bir yer düşün de oraya gidelim.”

      Dönüp ona bakan Muktim’in sanki bu sözü onaylarmış gibi önce kısık duran gözleri parladı, sonra eski arkadaşını yıllar sonra görmüş olmaktan dolayı içinde duyduğu heyecan yüzüne yayıldı, ona bakarken gülüyordu.

      Akşamın yedisi şıp diye geldi. Şehrin dışında, daha ziyade tırların ve kamyonların uğradığı küçük bir lokantaya gelmişlerdi. Lokantanın uzaklığından eski arkadaşı sıkılmış, fakat bunu gizlemeye çalışan zorlama bir sesle:

      “Keşke şehirde bir yere gitseydik, oldukça uzakmış.”

      “Dur hele.” diye söze girdi Muktim. “Acele etme, boşuna getirmedim seni buraya. Yıllardan sonra temiz kır havası iyi gelir bilirsin.” derken göz ucuyla eski arkadaşını izledi.

      “Yoksa unuttun mu?”

      “Neyi?” dedi eski arkadaşı.

      “Deli bozkır rüzgârlarının ciğerimize taşıdığı buğdayla karışık toprak kokusunu, gökyüzünün koyu karanlığını, tepemizde elini uzattığında tutacakmışsın gibi ışıl ışıl yanıp duran yıldızları.”

      Muktim’in bu sözlerine güldü eski arkadaşı.

      “Bu dediklerinin uzağına, hem de çok uzağına düştüm yıllardır. Sen bırak yıldızları, gökyüzüne bakmıyorum ki.” Sonra da, “Hayır hayır…” diye sözünü değiştirdi. “Doğrusu bakmıyorum değil, bakamıyorum.”

      Gözleri