Emin Göncüoğlu

Kâğıttan Kayıklar


Скачать книгу

dev irisi tırların arasına bir yere park edip indiler. Heybetli araçların arasında minnacık kalmışlardı. Eski arkadaşı:

      “Sık sık gelir misin bu tır mezarlığına?”

      Önce bu sözü duymazlıktan geldi Muktim. Fakat sonra eski arkadaşının biraz da alay dolu bu sözlerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti, sıcaklığı azalmış bir sesle: “Hayır.” dedi. “Pek gelmem, çok eskiden gelmiştim. Oradan aklımda kalmış, hem de hoş bir iz bırakarak.”

      Elinde kirli ve ıslak bir bezi çevirip duran kısa boylu garsonun ince sesiyle kendilerine geldiler. Kıvırcık siyah saçlarının kapattığı alnının altındaki zeytin siyahı gözleri yorgun fakat içtendi.

      “Buyruuuun, hoş geldiniz abi.” dedi kısa boylu küçük garson.

      “Hoş bulduk.” dedi Muktim. “Şöyle kenarda bir yer ayarla bize.”

      Bunu söylerken eski arkadaşının biraz önce kendisi için söyledikleri aklına geldi. Ne düşündüğünü eski arkadaşı da bilmişti sanki. Birbirlerine bakarak güldüler. Şoföre benzemedikleri için daha bir saygılıydı garson. Kimse onların geldiğini fark etmemişti bile. Kısa boylu küçük garsonun önlerinde koşup gösterdiği kenardaki masaya oturdular. Havada rahatsız etmeyen bir serinlik vardı. Dışarıda oturmuşlardı.

      Fakat saatler ilerledikçe dışarıdaki bu serin bozkır havası bir buz parçası kesilir, yapışırdı insanın canına.

      Lokanta uçsuz bucaksız bir karanlığın içinde yüzer gibiydi. Etrafta ışık yoktu. Sadece, çok uzaklarda şehrin titreyip duran ışıkları vardı. Onlar da gökyüzündeki yıldızların yere döküldüğü hissini veriyordu. O noktada yerle gök birbirine karışmıştı sanki. Kendilerini lokantayla birlikte gecenin karanlığında kaybolmuş zannediyorlardı. Masalar genellikle doluydu ve masalarda yemek yiyen insanlar yorgundular. Arada bir hızla gelip geçen araçların gürültüleri onları rahatsız edip ilgilendirmiyordu. Onlar için, bütün bir gün boyu dinleyip alışık oldukları seslerdi bunlar. Pek konuşmuyorlardı. Yemeklerini yedikten sonra biraz dinlenecek, sonra da geldikleri gibi kocaman araçları ile karanlığın içinde kaybolup gideceklerdi. Ama çok sürmeden yerlerine yenileri gelecekti. Bıkıp usanmadan tekrar edilen bir oyun gibi. Evlerinden belki yüzlerce, belki de binlerce kilometre uzakta olmanın garip kederi vardı yüzlerinde. Yorgun ve kederli gözlerini katran karası yolların üstüne sererek dev irisi araçları ile yükleri ve yüreklerini de taşıyorlardı, o sınırdan bu sınıra, o şehirden bu şehre.

      Muktim’in gözleri, avurtları yediği yemekten patlayacak gibi şişmiş ilerideki masalardan birindeki genç ve zayıf yüzü tozdan kararmış şofördeydi.

      “Keşke üstümüze bir şeyler alsaydık, geceye doğru soğuk olur.”

      Uzun boylu eski arkadaşı sanki bu sözü beklermiş gibi:

      “İyi ya, biz de kalkar başka bir yere gideriz.”

      Fakat biraz da ağzından zıplayarak çıkan sözlerin ne anlama geldiğini hemen kavradı ve Muktim’in alınmış olmasından çekinen bir sesle sözünü değiştirmeye çalıştı.

      “Yani, üşürsek daha sıcak bir yere gideriz.” dedi.

      Ama hoşlanmamıştı buradan. Muktim, arkadaşındaki huzursuzluğu hissetmişti. Fakat kıvırcık saçlı, kısa boylu garsonun masalarına gelmesi ile üstünde durmadı bunun. Ne yiyeceklerini söylediler, birkaç tane de bira. Önce küçük bir kova içindeki biralarla geldi, sonra da sırayla bir tabak ezme salata, bardaklar ve yemeklerle masadaki işini bitirdi kıvırcık saçlı küçük garson. Yeni gelen müşterilerinin değişik olmasından memnundu. Muktim biraları bardaklara doldururken sordu, sesi yumuşak ve sıcaktı.

      “Bugüne kadar neler yaptın?”

      Doldurduğu bardaklardan birini uzattı arkadaşına.

      “Önce fakülte bitti, ardından evlilik, sonra askerlik bitti. Şimdi de sıra ömrü bitirmeye geldi.” dedi eski arkadaşı.

      Muktim’in uzattığı bardağı aldı. Son sözlerini söylerken sesi titremişti. Taşmak üzere olan bardağından bir yudum alarak söze girdi Muktim.

      “Hele dur bakalım, sen şu ömrü bitirmeden önce biz bu biraları bitirelim.” Gülerek bardağını eski arkadaşına doğru kaldırdı.

      “Yıllar sonra hoş geldin!”

      “Hoş bulduk!”

      “Çocuk falan var mı?” diye sordu merakla.

      “Var. Bir oğlum var, üç yaşında, adı Barış.” dedi eski arkadaşı, gözleri önündeki tabakta devam etti. “O da dünyaya geldikten sonra bu işin şaka olmadığını anladım.” Bardağından iri bir yudum alıp sustu.

      Muktim eski arkadaşının yıllar sonrasındaki dünyasına sokulup orada ne olup bittiğini içindeki garip bir duygu ile merak edip öğrenmek istiyordu. Bir süre birbirlerini incelediler.

      “Eczacılık okuyordun değil mi?” dedi Muktim.

      “Evet!”

      Bardakları boşalmıştı tekrar doldurdu Muktim.

      “Tekrar hoş geldin yuvana, ayrıca Barış’ın şerefine!”

      “Şerefine!” dedi eski arkadaşı.

      “Ne kadar oldu evleneli?”

      “Dört yıl kadar oldu, evet evet o kadar oldu, zaman ne kadar da çabuk geçmiş.” diye güldü kendi kendine. Sustu bir an, düşüncelerini kafasında toparlayıp tekrar devam etti.

      “Hanım iktisat mezunu.” dedi. Sesi buğulanır gibi olmuştu. “Bilmiyorum alışabilecekler mi buralara? Saatlerce, günlerce diller döktüm ikna edip getirebilmek için. Uzun yıllar oralarda kalmış, orada doğmuş, orada büyümüş. Bakalım ne yapacağız, ben de tam olarak bilemiyorum. Bir yola girdik işte. İnşallah büyük çukurlarla karşılaşmayız.”

      Arkadaşını sessizce dinleyen Muktim, cebinden sigarasını çıkarıp uzattı ona. Sigarasını yakarken eski arkadaşının esmer yüzüne iyice baktı. Kararmış gibiydi şimdi. Kendisi de yaktı bir tane.

      “Aslında…” dedi Muktim. “Ardına düşüp bu küçük kente gelmesi küçümsenecek bir şey değil, hatta biraz şaşılacak şey.”

      Sigarasından derin bir nefes çekerek devam etti:

      “Büyük kentin hareketli ritmine alışmış, orada doğmuş, orada büyümüş, otobüse inip binme hızı bile farklı. Yürüyüşü bile çabuk olan bir insanın küçük kentte durgunlaşıp hantallaşması kaçınılmaz gibi bir şey. Durgun ve küçük göllerde yaşam kendi yasalarını, ta yüreğinin derinliklerinden çıkarır. Bunlara alışıp ayak uydurmak pek kolay olmasa gerek.”

      Eski arkadaşı birasından bir yudum alırken gözlerini karanlığa dikti ve ağır ağır konuşmaya başladı.

      “Alışmak zorunda, dahası alışmak zorundayız. Bırakıp da geldiğimiz kentte yaşayıp ayakta durmanın bedeli çok ağırdı ve bu ağırlığı kaldıracak gücümüz kalmadı. Yorulduk, tükendik artık.”

      Sesi öfkeliydi, gözleri ile gözlerini yakaladı Muktim’in.

      “Bu bedelin geldiğimiz yerden daha ağır olacağını zannetmiyorum. Yoksa gelmezdim.” dedi kararlı bir şekilde.

      Muktim eski arkadaşını yatıştırmak istercesine söze girdi.

      “Dur bakalım hele, sen neler diyorsun? Tükendik falan ne demek yani?”

      Muktim’in kendisini anlamak istememesine daha da sinirlendi. Sesinin tonunu değiştirerek:

      “Yoruldum. Dahası, oradan oraya