Emin Göncüoğlu

Kâğıttan Kayıklar


Скачать книгу

yarıda bıraktım, yani fakülteyi, biliyor musun?”

      “Yo.” dedi. “Bilmiyorum.”

      Eski arkadaşı, yüzüne şaşkın bir ifade verdi. Sigarasından tekrar derin bir nefes çeken Muktim:

      “Olmadı işte, ardından askerlikti derken ben de döndüm. Biraz da zorunluydum.” diye kendi kendini onayladı. Sonra da:

      “Yok yok, tamamen zorunluydum.” dedi. “Beni bekleyen yaşlı bir anam ve bir kız kardeşim vardı.”

      Eski arkadaşının gözleri parladı birden.

      “Gülbahar teyze nasıl, iyi mi?” diye sordu.

      “Hayır.” dedi Muktim. “İyi değil (üzgün bir sesle) geçen yaz öldü, ihtiyar ve zayıf bacakları daha fazla taşımadı kendisini.”

      Gözleri üzgün ve kısık durdu bir süre, sonra tekrar devam etti.

      “Acılı bir tebessüm gibi birdenbire gitti.”

      “Üzüldüm.” dedi eski arkadaşı, hem kendini hem de Muktim’i teselli etmeye çalışan bir sesle. “Genç değildi, yaşlıydı.” dedi Muktim. “Yaşlı olunca ölüm daha mı normal karşılanıyor ne? Oysa insan ömrü sonsuz zaman rüzgârında küçük bir fısıltıdan başka nedir ki? Bıkıp usanmadan bu küçük zamana, yüzlerce acı, keder ve umut sığdırır, sonra da geldiği bilinmezliğe doğru savrulur gider. Etraftaki çoğu kimse bunu fark etmez bile. Çünkü herkes kendi küçük dünyasının irili ufaklı sızıları ile meşguldür. Her şeye karşın şu an var, gerçek olan bu işte, bardağımı sana doğru kaldırışım.”

      Havaya kaldırdığı bardağından bir yudum aldı.

      “Kardeşin ne yapıyor?” diye sordu merakla eski arkadaşı.

      “Evlendi.” dedi Muktim. “Üç çocuğu var, iki kız bir oğlan.”

      “Çabuk işini bitirmiş; çalışkan bir öğrenciydi, oysa okumaya da hevesliydi değil mi?”

      “Doğru biliyorsun.” dedi Muktim gülerek. “Hem de çok istekliydi. Fakat insanın hevesi kursağında kalmadıkça çıkmazdı yaşamın tadı. Kendi kendisi ile alay eder gibiydi. Hem sonra hangimizin isteği yoktu ki yarını daha iyi kurmak için; yığınla idealimiz vardı, daha bulutsuz, daha güneşli bir gün bulabilmek için. Ne oldu bütün bunlara şimdi? Sert esen rüzgârların karşısında ince bir dal gibi kırıldılar birer birer. Şimdi çamurlu sulara gömülmemek için küçük bir ayak yeri arıyoruz. Üstünde durup canımızı kurtarabilmek için. Ne çare ki o da ele geçmiyor.”

      Sigarasından derin bir nefes alarak devam etti:

      “Ele geçiren de yerinin rahatlığından değil, bir başkasının ele geçiremeyişinden dolayı mutlu. Böylesi bir mutluluğun içine tüküreyim!” dedi hırsla. Sonra da, “Belki biz bu kadarını becerebildik.” dedi.

      “Seni çok karamsar buluyorum.” dedi eski arkadaşı.

      “Hayır hayır.” diye atıldı Muktim. “Ben hayatın bizi sıkıştırdığı köşedeki yaşamımızı anlamaya çalışıyorum. İyimser veya kötümser olmak için değil bu. Koca bir kentte küçük bir ayak yeri bulamamak. Sonra etrafımızın bir çöplük yuvasına dönmesi gerçeğini değiştirir mi iyimser olmak? Ayrıca, iyimser olmak, gözün gördüklerinden kaçmanın, reddetmenin öteki yolu mu? Her gün binlerce insan birbirini öldürüyor yorgun dünyamızda. Binlerce insan açlıktan kırılıyor. Çocuklar içecek süt bulamazken kederli dünyamızda, milyonlarca dolar para silaha akıyor. Ne yazık ki insanoğlu binlerce yılın birikimi olan bu noktada insan gibi yaşamasını becerebilmiş değil. Çocuklar hariç, gülen insana pek rastlayamıyorum çevremde. Neden? Ne eksik? Neyi beceremiyoruz? Zaman zaman daralıp sıkıştığım doğru. İçimizde yıllardır özenle yetiştirdiğimiz gülün solduğunu hissediyorum, hem de binbir emekle yetiştirdiğimiz.”

      Sigarasından derin bir nefes alarak tekrar devam etti:

      “İnsanlar birbirine karşı vahşileşip acımasızlaştığı için, yaşamak uğruna bazı sorumluluklardan ötürü yığınla sorumsuzluğa katlandığı için tedirginim. Yıllar önce önümüzdeki yürüdüğümüz yol genişti sanki. Bunun böyle olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi bu yolun gittikçe daraldığını görüyorum. Daralıp incelen bu sarp yolda biraz daha rahat yürüyebilmek için, yoldan gelip geçenleri veya yol arkadaşlarını kenarlara, oradan da aşağılara, dibi delik uçurumlara itmeyi bir yaşama gayreti gibi görmekten tiksiniyorum. Ve bunun gün geçtikçe azalmayıp arttığını ne yazık ki biliyorum.” Eski arkadaşının gözleri bulanmış ve kanlanmıştı. Kötü bir haber almış gibi yüzü karışıktı. Başını gövdesinin üstünde sağa sola düşmesin diye dik tutmaya çalışıyordu. Bunu fark eden Muktim sözlerini noktaladı. Fakat ardından daha coşkulu bir sesle arkadaşını canlandırıp neşelendirmeye çalıştı:

      “Yaşamak, ağaçların yeniden sürgün vermesidir. Haydi yeni sürgünlerin şerefine!” dedi derinden gelen zoraki bir sesle.

      “Şerefine!” dedi eski arkadaşı.

      Artık gecenin soğuğu kendini iyiden iyiye hissettiriyordu, ama onlar konuşmanın ve alkolün tesiriyle pek farkına varmamışlardı. Fakat biraz sonra eski arkadaşı, “Üşüyorum, kalkalım.” dedi. Muktim hemen kısa boylu sevimli garsonu çağırdı, hesabı istedi. Kısa boylu sevimli garson, bunu sabırsızlıkla bekliyormuş gibi hemen hesabı getirdi. Bulanık, kanlanmış gözleri, titreyen parmakları ile küçük bir tabağın içinde kürdanların üstünde gelen ikiye katlanmış küçük kâğıt parçasına uzandı eski arkadaşı. Fakat Muktim daha atik davranıp aldı kâğıdı ve:

      “Misafirin para verdiği nerede görülmüş?” dedi.

      İlerideki masada yemeklerini yiyip bitirmiş biri yaşlı biri genç olan iki kişi onlara bakıyordu. Kalktılar.

      “İyi geceler.” dedi Muktim adamlara. Karşılık aldı, sevindi.

      Eski arkadaşının koluna girmişti. Üşüyorlardı, daha sokuldular birbirlerine, bedenlerindeki sıcaklığı hissettiler. Bir bozkır gecesinin soğuğunda küçücük, minnacık bir sıcaklıktı bu. Kısa boylu sevimli garson onları uğurlamış, arkalarından da bağırmıştı:

      “Yine beklerim abi.”

      “İnşallah.” dedi Muktim. “Ölmezsek yine geliriz.”

      Küçük ve eski arabaya bindiler. Asfalt yola çıkıp yavaş yavaş uzaklaştılar. Kısa boylu sevimli garson ve ön bahçesiyle küçücük lokanta arkada kaldı. Son iki müşteri de kalkmıştı, giderek küçülüyorlardı. Uzaklaştıkça lokantanın baygın ışıkları daha da cılızlaştı. Yol altlarında kayıyor, arabanın yaşlı karnına doluyordu. Uzaktan görünen şehrin ışıkları, akşamki canlılığını yitirmekle beraber yine çekimli, ışıl ışıl titreyip duruyordu. Yaşlı ve yorgun araba, sırtındaki iki yolcusu ile beraber ışıklarını şehrin ışıklarına katarak gecenin içinde kayboldu.

      II

      Eylül ayının kıpırtısız ve sıradan son cumartesi günüydü. Gökyüzünde pürüzsüz bir mavilik vardı. Kuşlar bundan alabildiğine hoşnut, gezinip duruyorlardı.

      Mutfağa yöneldi Muktim. İnce yapılıydı, zayıf bile sayılabilirdi. Yüz çizgileri kendisini yaşından daha olgun ve kederli gösteriyordu. Yüzüne bakan birinin göreceği ilk ifade buydu. Kendisi bunu daha çocuk yaşlarında fark etmiş, çok da şaşırmıştı.

      Bir gün şaşkın gözleri ile tuvalet aynasında yüzüne bakmış ve dakikalarca gülmüştü, yüzündeki keder yok olsun diye. Tuvalet kapısının yumruklanması ile kendine gelmişti. Annesi:

      “Delirdin