Emin Göncüoğlu

Kâğıttan Kayıklar


Скачать книгу

garip!” dedi Muktim. “Sen aşırı hareketlilikten yorulmuşsun, oysa ben de tam tersi, aşırı hareketsizlikten. Aslında bir yanıyla durumumuz çok farklı değil birbirinden; ikisinin de sonucu aynı yorgunluk. Bunun ortası yok mu sence?”

      “Bilmem.” diye geçiştirdi arkadaşı.

      “Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”

      Bir tebessüm dolandı Muktim’in yüzünde. Eski arkadaşı da ortak oldu bu tebessüme. Bardakları boşalmıştı. Muktim onları tekrar doldurdu.

      “Şehirdeki lokantalardan birine, seni bunun için götürmedim. Günden güne daha bir çirkinleşip bozulan bu kenti gelir gelmez hemen görüp üzülmeyesin diye.”

      “Yoo!” diye itiraz etti eski arkadaşı. “Üzüntü, yabancısı olmadığım bir şey. Ayrıca unutma, senin kadar ben de buralıyım.”

      “Uzunca bir süre ayrı kalmakla birlikte.” diye tamamladı eski arkadaşının sözünü Muktim.

      Susmuşlardı. Geceyi ve onun derinliklerinde havlayıp duran köpeği dinlediler. Lokanta denilen bol pencereli, büyükçe bir odanın önündeki asfalt yola yakın bahçede oturuyorlardı. Bahçenin içi, eski tahtadan yapılmış masa ve sandalyelerle ve yorgun insanlarla doluydu. Gecenin görünmez karanlığında havlayıp duran köpeğin kendilerine yaklaştığını, kulaklarına daha kuvvetli gelen sesinden anlıyorlardı. Gökyüzünde yıldızlar ışıl ışıldı. Elini uzatsan tutacakmış gibi yere yakın. Serin akşam, yerini biraz sonra soğuyacak olan geceye bırakacaktı. Havlayan köpek susmuştu, etraf sessizdi. Yalnız bu sessizliği arada bir bozan, kısa boylu garsonun ince sesi ve karanlığın içinden alev saçan gözleriyle gelen gürültülü araçlardı. Ve ardından derin bir suskunluk.

      Esmer yüzlü eski arkadaşı:

      “Her şeye rağmen yoruldum oralarda.” dedi. “Fakat sen de buralarda sıkılmışsın.”

      Muktim, “Evet.” dercesine başını salladı.

      “Doğru.” dedi. “Ama insan sıkıldığı yerden bir başka yere gitmekle, buna kaçmak da diyebilirsin, problemlerinin çözüleceğini zannediyor. Fakat koyu gri bulutların her yanı sardığı bir günde mahalle değiştirerek aydınlık bir güne çıkmak mümkün değil işte.” Yüzü karıştı eski arkadaşının, değerli bir şeyini yitirmiş gibiydi. Muktim’in söylediği bu son sözleri kendisine mal etmişti.

      “Buralarda gri bulutlar varsa, demek istediğin buysa, oralarda kömür rengi sisler var ve ben gözün gözü görmediği bu sislerin içinden geliyorum. Esasında bir noktadan sonra yaşamın zorlaştığını kabul etmek zorundayız. Bu zorluğa etki eden sebepler ne olursa olsun. Buna, hayatı daha derinden kavramamız gösterilebilir, ekonomik sıkıntılarımız gösterilebilir… Sorumluluklarımızın artması gösterilebilir. Bunları çoğaltmak mümkün. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de büyük kentin, küçük boyumuzu aşan büyük sorunları… Yeter, usandım artık, huzur istiyorum, başımı dinlemek istiyorum. Söylediklerini fazla önemsemiyorum. Bu sessizliği istiyorum, bu hantallığa alışacağız. Şimdiden hoşuma bile gidiyor, bu sorunlarla baş edebileceğimi sanıyorum. Benim için önemli olan da bu, gerisi boş.”

      Muktim eski arkadaşının dolu dolu olması üzerine:

      “Beni yanlış anlama, amacım seni umutsuzluğa düşürmek değil. Tam tersi. Hem senin buralarda olman erişilmesi çok zor bir kazanç benim için.”

      Muktim’in daha fazla devam etmesine fırsat vermeden söze girdi eski arkadaşı.

      “Bak!” dedi. “Bizler varlıklı insanlar değiliz. Büyük kentler bizler için değil artık, nefes alamıyoruz oralarda. Ekonomik olarak günden güne daha geriye gidiyoruz. Hanım iş bulup çalışabilirse aylık geliri ev kirasını ya karşılar, ya karşılamaz. Benim özel bir yer açmam büyük bir servet artık. Evle iş arası saatler süren bir ölüm yolu. Burada en azından bu son söylediğimle karşılaşmayacağız, bu umutlarla buradayım.”

      Önündeki bardağı kafasına dikti. Biraz sarhoş olmaya başlamıştı. Kafasını kurcalayan sorunların etkisiyle bu durum biraz daha artmıştı.

      “Şimdi sen boş ver bunları, asıl sen ne yapıyorsun?” dedi Muktim’e, kendi sorunlarından uzaklaşmak istercesine.

      Muktim eski arkadaşının bu sözlerini yoldan geçen bir aracın gürültüsünden duymamıştı, belki de duymazlıktan gelmişti, dalgındı. Eski arkadaşının boşalan bardağını doldurdu. Şişe boşalmıştı. Dibindeki son damlalar da düşsünler diye, gözleri şişenin ucunda sabırla bekledi. Son damla da düşünce rahatlamış gibi oldu.

      “Birer yağmur damlası gibi düşüyoruz eski topraklarımıza.” dedi Muktim.

      Elindeki boş şişeyi yan tarafa koyarken gözleri masanın üstündeki şeylerde dolanıp duruyordu. Ağır ağır devam etti konuşmasına:

      “Hatırlar mısın, eskiden kaçıp kurtulmak istediğin yerler buralardı. Şimdi ise senin için bir umut olmuş. Oysa eskiden, şimdi kaçıp kurtulmak istediğin yerler bir umuttu. Zamanla her şey nasıl da değişiyor. Çocuk sayılabilecek yaşlarımızda, şimdi kaçmak istediğin yerler nasıl da süslerdi günlerimizi, gecelerimizi, düşlerimizi. O zamanlar erişilmesi uzak büyük bir denizdi orası. Kalabalık caddeler, neon lambalar, ışıklı yüksek binalar, yeşil ağaçlarla kaplı iki tepenin arasındaki mavi suda akıp duran pırıl pırıl gemiler, onlara eşlik eden beyaz martı kuşları, sevgililer, aşklar. Ne garip, şimdi bir çocukluk düşünden canını kurtarmaya çalışıyorsun. Bir gün evden kaçıp oralara gitmeyi bile planlamıştık. Hatırlar mısın bilmem.” diye yüzüne baktı.

      “Hatırlamaz olur muyum?” dedi eski arkadaşı, yüzünde ince bir tebessüm dolanırken. Muktim bu tebessümden memnun, devam etti:

      “Fakat o gün evden kaçamasak bile okuldan kaçmıştık.”

      Karşılıklı gülüyorlardı. Yemekleri bitmiş, boş tabaklar masanın üstünde duruyordu. Kısa boylu küçük garson unutmuştu onları. Muktim’in yaptığı işaretle, biraz da mahcup elindeki kirli, ıslak bezi masanın üstünde gezdirerek küçük kırıntıları aldı en üstteki tabağa. Tam gidecekken hatırına geldi, dönüp sordu:

      “Başka bir emriniz var mı abi?”

      “Bize son olarak iki bira daha getir.” dedi Muktim arkadaşına bakarak. Bir itiraz gelmeyince kısa boylu garsona döndü tekrar:

      “Tamam.” dedi. “Bize hemen iki tane getir.”

      Kısa boylu küçük garsonun gidip elinde biralarla dönmesi bir oldu.

      Gece ilerlemiş masalar boşalmıştı. Sadece, onlardan üç masa ileride biri yaşlı, biri genç iki kişi vardı. Onlar da biraz önce iri gövdeli araçları ile gelmişlerdi.