alıkoyar sonra izin vermeyi nasıl bilirler. Hem bunlar öyle kibar ve zengin ailelerden değil, orta hâlliler arasında bile, adi bir şey olmuştur. Kadınlar, meşrebinizi, yaşayışınızı derhâl sezerler ve size iltifat için öyle bir söz söylerler ki bunu ancak sizi taltif için söylediklerini bilseniz bile, memnun kalmamak kabil değildir. Herhangi bir şeyde mutedilane22 hareket edebildiniz mi, görürsünüz ki ona derhâl dikkat etmişler ve size ondan dolayı bir rütbe vermişlerdir. Faraza, biz orada talebeydik. Bir talebe çok tiyatroya gidemez. Bunun bir itidal tarafını buldunuz mu, anlarsınız ki tiyatroya gitmek zamanını bulmaktaki kemaliniz takdir olunmuş!
Olur a, arada oynayan hanımlardan birine de gönlünüzden bir teveccühünüz olur. Bir de bakarsın, bir arkadaşı zuhur eder ve zaman olur ki insanın sırrı münkeşif23 olur. Arkadaşınız da kulis tarafına süzülmenin yollarını öğrenmişlerdendir. Bizi götürür, takdim ederler! Görürsünüz ki bir oyuncu hanım arkasında, kemaline ve güzelliğine göre üç-beş ahbabı vardır; terbiyeli, zarif adamlar hele o sanatkâr hanımlar insanı öyle tanır ki… Sizi de ahbapları zümresine ithal için hemen bir ufak iltifat savurur. Ve ekseriya pek yerinde de bir söz söyler. Bizde biri böyle bir söze hedef olsa yapacak şeyi evvela ‘Karının bana gönlü var.’ hükmünü verip ve kafayı tutup ertesi akşam balta olmaktır. Bazen oralarda da böyle sergüzeştler olmaz değil ancak pek nadir şeyler. Herkes o hayat içinde yaşayacak, o hayatı idame ettirebilecek nezaketi iktisap etmiştir. Nizamsızlık, müsademe pek nadir hâlâtta24 olur! Bizde değil kadın hususunda azizim, Tünel’den bilet alırken bile kimse nöbete razı olmaz.
Tiyatrodan çıkarken sizi bir akşam kahvaltısına davet ederler. Yahut siz davet edersiniz. Hele biraz teklifsiz bir aile ile ahbap olmuş iseniz bu ‘supe’ler25 pek latif olur; ya bir temiz lokantaya gidersiniz yahut sokaktan ufak tefek soğuk şeyler alıp eve! Temiz bir sofra kurulur. Yemekler, içmekler sıralanır; dostane latifeler, sohbetler, bir samimiyet. İnsan yaşadığını hisseder. Sonra evli evine köylü köyüne.
Ertesi gün de pazardır, öğleye kadar tembellik edersiniz. Görürsünüz ki öğleden sonra, mektep arkadaşlarınızdan biri uğramış; kalkar, bir bahçeye, bir mesireye gidersiniz, tatlı tatlı konuşursunuz; daha ertesi gün de mektebe!
Mektep de mektep. O talebeyi de bir görmeli! Bizim, Tavukpazarı hanlarını, Gedikpaşa’da Rum evlerindeki pansiyonları, Aptullah Çavuş’un Kıraathanesi’ni, sonra ders namına okutulan şeyleri düşündükçe insan kahrından ölür, azizim! Avrupa’da her hoca, evvela okutacağı şey hakkında bir noktainazara sahip olmuştur! Okuturken görürsünüz ki her ne söylerse onları bir görüş üzerinde topluyor.
Ders, mevzubahis ilmin, bir noktainazara göre tavzifini göstermekten ibaret. Bizce henüz düşünülmemiş şeyler, orada ise tasnif olunmuş, yerli yerine konulmuş! Sonra, o muallimleri görmeli, o talebeyi görmeli, o derse hürmeti ve o vakarı görmeli! Bana, ilk gittiğim zaman bazı sualler soruyorlardı. Ben işin farkında değilim, atıyordum; sonra anladım ki sözlerini ilmin muayyen mikyaslarına vuruyorlar, yalan söylediğim, bizim memleket hakkında hiçbir şey bilmediğim zahir oluyormuş.”
Sabri Bey isminde bir genç sözü keserek dedi ki:
“Benim adım Sabri ancak ziyade sabredemeyeceğim. Azizim Münir Bey, söylediklerin hep doğru, güzel. Fakat ne yapalım, biz böyleyiz! Ben sizin fikirlerinizi anlamıyorum ki. Avrupalılar iyi, biz fena! Âla ancak ne yapmalı? Buna bir çare var mı? Bir çare var mı ki biz de iyi olalım. Hem bakalım, bu ilk fenalık sizin gördüğünüz gibi mi? Biz şarklıyız, onlar Garplı. Ortada koskoca iki âlem var. Onların iyilikleri bize uyar mı?”
Münir Bey, cevap vermekte acele ederek:
“Müsaade buyur.” dedi. “Ben de sizin bu şark ve garbınızı anlamıyorum ya! Ne sanki? Ortada Sedd-i Çin mi var? Hangi şark ve garptan bahsediyorsunuz? Ortada, yalnız terakki etmiş ve edememiş insanlar var.
Mesele yalnız bunu idrak edemeyip Avrupa’da doğan medeniyetten büsbütün ayrı bir medeniyet doğurabileceğinizi boş yere ümit edip durmaktadır. Terakki ettikçe hangi yoldan gidecekler, bugünkü kisvenizden hatta fikirlerinizin ekseriyetinden anlamak kabildir. Hele peder ve büyük valide merhumların fikirleriyle sizin efkârınızın bir mukayesesini yaparsanız nereye gitiğinizi pek güzel görürsünüz. Mesele bunu görüp kabul etmektedir. Bu sizin hareketlerinize lazım olan sürati verir. Eğer siz, ‘Belki bir Şark medeniyeti de doğabilir!’ diye mütereddit kalırsanız; sizi istila edecek medeniyetten biraz azap çekersiniz, nasıl ki bugüne kadar çektiniz! Mesele bence budur azizim.”
Bir diğer arkadaş söze karıştı:
“Yani.” dedi. “Münir Bey, nihayet sözü oraya getiriyorsun ki, ben başıma şapkayı giyeyim, karıyı da koltuğuma takıp tiyatroya götüreyim. Orada dostlar gelir, bizim hanıma iltifat ederlerse ona tahammül edeyim. Ben o haltı edemem, azizim; Avrupalı değil a, bilmem ne olsa para etmez. Biz alışmamışız. Medeniyetsiz isek de kusura bakma. Avrupalılar yapıyorlar, onların havsalaları geniş; biz ise böyle görmüşüz böyle gideceğiz. Asri olamayız.”
Münir, tekrar cevap verdi:
“Lakin Hilmi Bey.” dedi. “Mesele oradaki vekâyi sizi tekzip ediyor; oraya süratle gidiyorsunuz: Hani on beş sene evvelki uçkurlu çarşaflar? Bizim ev, kazasker evi olduğu hâlde kız kardeşim, hatta değil kız kardeşim, kazasker kızı olan validemin kıyafetine bir bak da yirmi sene evveli bir düşün!”
Hilmi Bey kani olmadı.
“Sen bakma. O, on beş ailedir!” dedi. “Bizim halkımız onlardan ibaret değil! Hem oluyorsa iyi bir şey yapılmış olmuyor ya!..”
Bir diğeri söze karıştı:
“Hakikat.” dedi. “Kadınlarımız pek rezil oldular. Nedir o kıyafetler, herkesin bir millî adabı var. Biz, bilmem ki… Günden güne beter oluyoruz. Avrupa yalnız dışarımıza geliyor. Azıcık da içimize gelse ve bize ilim ve fenni sirayet etse ne olur?”
Münir Bey, muttasıl:
“Dedim ya azizim.” dedi. “Hoşça sohbet için yemeklerden bahsedelim. Bu kafa ile bizde tiyatro, musiki olmaz!”
Sözde bir durgunluk oldu. Sanki bir dargınlık varmış gibi.
Ev sahibi dedi ki:
“Hele ben birer kahve daha söyleyeyim de…”
“Ya. Pek isabet olur!” dediler ve bahsi kahveye intikal ettirdiler.
ÇÖLDE
Güneş hayli yükseldi, sabahın serinliğine mukabil ovada boğucu bir sıcak dalgalanmaya başladı. Atlar sinekten tepiniyor, rahat yürüyemiyor, yaylı gittikçe yavaşlamaya, gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Arabacı da artık uyukluyordu. Yolumuza çıkan Zincirli Han’a uğradık. Hemen arabadan atlayıp karanlık han odasına girdim.
Burada, vâkıâ küf kokusuna benzer ekşi bir koku var; insana bir başka hayat zevki veren hafif fakat nüfuz edici bir koku! Sanki ben üç yüz sene evvelki hayatı yaşıyormuş gibi oluyorum ve bundan nihayetsiz bir zevk duyuyorum. Fazla olarak bu karanlık izbede ovaların o cehennem sıcaklarına mukabil loş bir serinlik vardı.
Hancının kahvesi, çayı yokmuş.
“Pekâlâ! Ne var?” dedim.
“Hiçbir şey yok!” dedi.
Böyle de hancılık olur mu ya? Ne ise sıcaktan kurtulduğum, biraz serinlediğim de kârdır. Benim yanımda biraz şeker var fakat burada kullanmak istemiyorum. Peykede sırtımı duvara dayadım, gözlerimi kapadım. Bir müddet sakin oturdum fakat böyle hiçbir şey yapmayarak oturmaktan ise kızgın ovaların ateşi