ilerlemiş olan korucu askerler birdenbire avcı hayvanların aşina oldukları ve avcılara, avlarının inine yakın olduklarını gösteren sarsıntıyı hissettiler. Çalılığın ortasında nefes almaya benzer bir ses işittiler ve yaprakların arasındaki kargaşaya bakılırsa sanki avlarını yakalamış gibiydiler. Askerler kendi aralarında işaretleşti.
Gözetleme usulü ve keşif için gözcüler görevlendirildiğinde, subayların müdahale etmesine gerek yoktur. Yapılması gereken içgüdüsel olarak yapılır.
Bir dakikadan kısa bir süre içinde, hareketin gözlemlendiği yer, aynı anda her taraftan çalılığın karanlık merkezine nişan alınmış tüfeklerle çevrildi. Parmakları tetikte ve gözleri şüpheli noktada olan askerler, yalnızca çavuşun ateş emrini beklediler.
Bu arada kantinci kadın, çalıların altından bakmaya cesaret etti ve tam çavuş “Ateş!” diye emir vermek üzereyken, bu kadın “Dur!” diye bağırdı.
Ve askerlere dönerek, “Ateş etmeyin!” diye haykırdı ve çalılığa koştu. Ardından da erkekler koştu.
Gerçekten de orada biri vardı.
Ağaçların köklerini yakmak için kullanılan odun kömürü fırınları, ormanda küçük daire biçiminde açıklıklar yapar. Bu açıklığın birinin kenarındaki en kalın bölümü, yeşillik bir kameriye, âdeta yarı açık bir çardak gibi görünüyordu. Dalların oluşturduğu bir çukurda, emzirdiği bir çocuğu göğsünde ve uyuyan iki çocuğun güzel başları dizlerinde bir kadın yosunun üzerinde oturuyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” diye seslendi kantinci kadın.
Kadın başını kaldırdı ve diğeri öfkeyle ekledi:
“Orada durmak için delirmiş olmalısın!”
Devam etti:
“Biraz daha kalsan atomlarına ayrılacaktın!”
Sonra askerlere seslenerek, “Bu bir kadın.” dedi.
“Evet öyle! Bu açıkça görülüyor.” diye cevapladı bir humbaracı.
Kantinci kadın devam etti:
“Katledilmek için ormana gelmiş. Bu kadar aptal birini düşünebiliyor musun?”
Afallamış ve şaşırmış kadın, sanki bir rüyadaymış gibi etrafına, tüfeklere, kılıçlara, süngülere ve vahşi yüzlere bakıyordu. Uyuyan iki çocuk uyandı ve ağlamaya başladı.
“Açım.” dedi biri.
“Korkuyorum.” dedi diğeri.
Bebek meme emmeye başladı.
Kantinci kadın seslendi.
“Konuşacak olan sizsiniz.” dedi.
Annenin korkudan dili tutulmuştu.
“Korkmayın.” diye haykırdı çavuş. “Biz Bonnet Rouge taburuyuz.”
Kadın, tepeden tırnağa titredi. Sadece kaşlarını, bıyıklarını ve iki ateş kömürü gibi gözlerini görebildiği çavuşun yüzüne baktı.
Kantinci kadın ekledi:
“Eskiden Kızıl Haç olarak bilinen tabur.”
Çavuş devam etti:
“Siz kimsiniz madam?”
Kadın ona korkuyla baktı. Zayıf, genç ve solgun kadın paçavralar içindeydi. Breton köylülerinin büyük başlığını takmış ve yün pelerini boynuna bir iple tutturmuştu. Kayıtsız bir hayvan gibi koynunu açıkta bırakmıştı. Ayakkabısız ve çorapsız ayakları kanıyordu.
“Bu bir dilenci.” dedi çavuş.
Kantinci kadın savaşçı ama yine de kadınsı, nazik sesiyle devam etti:
“Adınız nedir?”
Kadın çok az duyulabilir bir fısıltıyla kekeledi:
“Michelle Fléchard.”
Bu sırada kantinci kadın emzirilen bebeğin küçük başını, kocaman eliyle okşadı.
“Bu tıfıl kaç yaşında?” diye sordu.
Anne anlamadı. Kantinci kadın tekrarladı:
“Size onun kaç yaşında olduğunu soruyorum.”
“Ah, on sekiz aylık.” dedi anne.
“Oldukça büyük.” dedi kantinci kadın. “Artık emmemeli, sütten kesmelisin. Ona çorba veririz.”
Anne kendini daha rahat hissetmeye başlamıştı. Uyanmış olan iki küçük, korkmaktan çok duruma karşı ilgiliydiler; askerlerin tüylerine hayran kalmışlardı.
“Ah, çok açlar!” dedi anne.
“Daha fazla sütüm yok.” diye de ekledi.
“Onlara yemek vereceğiz.” diye bağırdı çavuş. “Ve size de. Ama halledilmesi gereken bir mesele daha var. Siyasi görüşünüz nedir?”
Kadın ona baktı ve cevap vermedi.
“Sorumu anladınız mı?”
Kadın fısıldadı:
“Epeyce gençken rahibe manastırına katılırdım, sonra evlendim; şu an bir rahibe değilim. Rahibeler bana Fransızca konuşmamı söyledi. Köy alevler içinde kaldı. O kadar telaş içinde kaçtık ki ayakkabılarımı giymeye bile zaman bulamadım.”
“Ben size siyasi görüşlerinizin ne olduğunu sordum.”
“Bu konuda hiçbir bilgim yok.”
Çavuş devam etti:
“Gördüğümüz yerde vuracağımız kadın casuslar var. Hadi, konuşun. Bir çingene değilsiniz, değil mi? Vatanınız neresi?”
O sanki sorulanı kavrayamıyormuş gibi hâlâ çavuşa bakıyordu.
Çavuş tekrarladı.
“Vatanınız neresi?”
“Bilmiyorum.” diye cevapladı.
“Nasıl olur? Kendi memleketinizi bilmiyor musunuz?
“Ah, benim memleketimi mi kastettiniz? Onu biliyorum.”
“Peki, memleketiniz neresi?”
Kadın cevapladı:
“Siscoignard Çiftliği, Azé’de papazın dini bölgesinde.”
Şaşırma sırası çavuştaydı. Bir süre durdu, düşüncelerde kayboldu. Sonra devam etti:
“Ne dediniz?”
“Siscoignard.”
“Buranın vatanınız olduğunu söyleyemezsiniz.”
“Burası benim memleketim.”
Ve bir dakikalık bir düşünmeden sonra ekledi,
“Sizi anlıyorum efendim. Siz Fransa’dansınız ama ben Breton-ya2’danım.”
“Yani?”
“Aynı memleket değiller.”
“Fakat ikisi de aynı vatan.” diye bağırdı çavuş.
Kadın sadece tekrarladı,
“Benim memleketim, Siscoignard.”
“Peki öyleyse Siscoignard olsun.” dedi çavuş. “Aileniz de oralı sanırım?”
“Evet!”
“Ne iş yapıyorlar?”
“Hepsi öldü. Kimim kimsem yok.”
Oldukça geveze çavuş, sorularına devam etti.
“Cehenneme