Виктор Мари Гюго

Doksan Üç


Скачать книгу

olanı? O da bir erkek, tombulluğu da cabası.”

      “Gros-Alain.”

      “Tatlı çocuklar.” dedi kantinci kadın. “Daha şimdiden adam olmuş gibiler.”

      Bu sırada çavuş diretti.

      “Hadi! Konuşun madam! Eviniz var mı?”

      “Eskiden vardı.”

      “Neredeydi?”

      “Azé’de.”

      “Neden evde değilsiniz?”

      “Çünkü evim yandı.”

      “Kim yaktı?”

      “Bilmiyorum. Savaş vardı.”

      “Nereden geliyorsunuz?”

      “Ta oradan.”

      “Nereye gidiyorsunuz?”

      “Bilmiyorum.”

      “Neticeye gel! Kimsiniz?”

      “Bilmiyorum.”

      “Kim olduğunuzu bilmiyor musunuz?”

      “Kaçan insanlarız.”

      “Hangi tarafa mensupsunuz?”

      “Bilmiyorum.”

      “Mavilere mi Beyazlara mı? Hangi tarafa?”

      “Çocuklarımlayım ben.”

      Çavuş bir es verdi. Kantinci kadın araya girdi.

      “Benim hiç çocuğum olmadı. Hiç zamanım yoktu.”

      Çavuş tekrar başladı:

      “Anneniz, babanız peki? Bak madam, ailenizle ilgili gerçekleri söyleyin. Benim ismim Radoub. Çavuşum. Cherche-Midi Sokağı’nda yaşıyorum. Annem ve babam da orada yaşıyor. Ben ailemi anlattım, şimdi siz de sizinkilerden bahsedin. Anne ve babanızın nerede olduğunu bize söyleyin.”

      “İsimleri Fléchard idi. Hepsi bu.”

      “Evet. Fléchardlar, Fléchard’dır. Tıpkı Radoubların Radoublar olduğu gibi. Ama herkesin bir meşguliyeti vardır. Meşguliyetleri neydi? Ne iş yapıyorlardı sizin bu Fléchardlar?”

      “İşçilerdi. Babamın ayakları, lordun namına yediği dayak yüzünden tutmazdı, çalışamazdı. Babam yasak bölgede bir tavşan avladı, bunun cezası ölümdü. Fakat merhametli lordumuz ‘Ona sadece yüz sopa vurun.’ dedi ve babam topal kaldı.”

      “Sonra?”

      “Büyükbabam Protestan cemaatindendi. Bölge rahibi onu kalyonlara sürdü. Ben o zamanlar çok gençtim.”

      “Sonra?”

      “Eşimin babası tuz kaçakçısıydı. Kral onu astırdı.”

      “Peki kocan ne iş yapardı?”

      “Dövüşürdü, o zamanlar.”

      “Kim için?”

      “Kral için.”

      “Ondan sonra?”

      “Tabii ki de lordu için.”

      “Sonra?”

      “Bölge rahibimiz için.”

      “Tüm ucubeler için!” diye bağırdı humbaracı. Kadın korkuyla sıçradı.

      Kantinci kadın dostane bir şekilde, “Görüyorsunuz madam, biz Parisliyiz.” dedi.

      Kadın ellerini kenetledi ve haykırdı:

      “Ulu Tanrı’m ve Yüce İsa!”

      “Burada hurafelere yer yok!” diye cevabı yapıştırdı çavuş.

      Kantinci kadın, diğer kadının yanına oturdu ve büyük çocuğu dizlerinin arasına çekti; çocuk çoktan kendini bırakmıştı. Çocuklar ortada bir sebep yokken çabucak korkarlar, çabucak da kendilerini güvende hissederler. İçgüdüsel algılara sahip gibiler.

      “Bu memleketin perişan ama kıymetli hanımefendisi, oldukça tatlı çocuklarınız var. Yaşlarını tahmin edeyim. Büyük oğlan dört, küçük oğlan ise üç yaşında. Şu küçük veledin nasıl da emdiğine bir bak. Seni zavallı, artık anneni emmeyi bırak! Buraya geliniz madam, korkmayın. Tıpkı benim yaptığım gibi tabura katılabilirsiniz. İsmim Housarde. Bu aslında bir lakap ama annem gibi Mamzelle Bicorne-au olarak çağırılmaktansa Housarde olarak anılmayı tercih ederim. Ben bir kantinci kadınım. Erkekler şarapnellerini ateşleyip birbirlerini öldürürken, onlara içki veren kadınım ben. Şeytan ve işleri işte. Ayaklarımız aynı numara gibi. Sana ayakkabılarımdan bir çift vereceğim. 10 Ağustos’ta Paris’teyken kovboylara içki verirdim. Geldi de geçti o günler! Louis Capet diye bilinen 16. Louis’nin giyotinle idam edildiğine şahit oldum. Düşünsenize, Ocak ayının 13’ünde ailesiyle beraber kavurduğu kestanelerin tadını çıkarırdı. Giyotin makası denilen o şeye yatırıldığında ne kabanı vardı üstünde ne de ayağında ayakkabı. Üstünde sadece tişört ve kapitone bir yelek; altında ise gri kumaştan pantolon ile gri uzun çoraplar vardı. Her şeyi kendi gözlerimle gördüm. Bindiği at arabası yeşil renkteydi. Neyse ne, siz bizimle gelin. Taburda kibar delikanlılar da var. İki numaralı kantinci olursunuz siz de ve ben size işi öğretirim. Aman, çok basit zaten! Ateşlenen müfreze ve topların arasındayken bir bidon ve zille ‘Kim içki ister yavrularım?’ diye bütün bu curcunanın içinde gezeceksin. Bundan daha zor bir iş düşmez sana. Sözüme güvenin, ben hepsine içki sunarım. Hem Beyazlara hem Mavilere. Mavilerden hem de esas Mavilerden olmama rağmen hepsine aynı muamelede bulunurum. Yaralı askerler su ister. İnsanlar fikir ayrılığı nedeniyle ölür. Ölen askerler el sıkışmalı bence. Ne kadar da aptalca bir savaş! Bizimle gel, eğer öldürülürsem benim yerime geçersin. Görüyorsun çok bir albenim yok ama nazik bir kadınım ve iyi bir yoldaşım. Korkma o yüzden.”

      Kantinci kadın konuşmayı bıraktığında, kadın mırıldandı:

      “Komşumun ismi Marie-Jeanne idi. Hizmetçimiz de Marie-Claude.”

      Tam o sırada Çavuş Radoub, humbaracıyı azarlıyordu.

      “Sessizlik! Kadını korkutuyorsun. Bir centilmen hanımefendilerin önünde küfretmemeli.”

      “Bu anlatılanları dürüst bir adam duysa alenen bir katliam dinliyormuş gibi dinler. Kızılderili Çinliler sanki kayınbabası lort tarafından sakat bırakılmış, büyükbabası rahip tarafından kalyonlara sürülmüş, babası kralın emriyle astırılmış. Sonra da kocası kalkmış isyanlara karışmış; kral, bölge rahibi ve lord adına çarpışmış! Daha neler!”

      “Sessiz olun!” diye bağırdı çavuş, askerlere.

      “Peki sessiz oluruz, çavuş.” diye devam etti humbaracı. “Ama bütün bu anlatılanlar bu güzel kadının bazı kanı bozuklar tarafından tehlikeye atıldığı ve oradan oraya koşuşturduğu gerçeğini değiştiremez ki.”

      “Humbaracı!” dedi çavuş. “Kulüpte değiliz, hitabetini kendine sakla!” Ve kadına döndü, “Peki kocanız madam? Ne yapıyor, şimdi ne hâlde?”

      “Hiçbir şey, öldürüldü çünkü.”

      “Nerede?”

      “Çitin orada.”

      “Ne zaman?”

      “Üç gün önce.”

      “Kim öldürdü kocanı?”

      “Bilmiyorum.”

      “Nasıl yani, kocanı kim öldürdü bilmiyor musun?”

      “Hayır.”

      “Beyazlar