yiyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
Çavuş yüzünü ekşitti, bıyıkları burnuna değiyordu.
“Hiçbir şey mi?”
“Yani, hiçbir şey sayılır. Yaban eriği, böğürtlen falan. Bir de geçen yıldan kalan dağ mersini ve filizler varsa onları.”
“Hiçbir şey derken haklıymışsınız.”
Büyük çocuk konuşulanları anlıyormuş gibi seslendi:
“Açım ben.”
Çavuş cebinden bir ekmek parçası çıkarttı ve anneye uzattı.
Anneleri ekmeği alıp ikiye böldü ve çocuklarına verdi. İştahla ekmeği ısırmaya başladılar.
“Kendisi bir parça bile almadı.” diye homurdandı çavuş.
“Çünkü karnı tok.” dedi askerin biri.
“Hayır çünkü ana yüreği.” dedi çavuş.
Çocuklar araya girdi.
“Susadım ben, su verin.” dedi biri.
“Susadım.” diye tekrarladı diğeri.
“Bu lanet ormanda bir dere de mi yok!” dedi çavuş.
Kantinci kadın belindeki zilin yanında duran bakır kadehi çıkardı. Omzundan aşağı doğru sarkan bidonun kapağını açtı. Kadehe birkaç damla doldurdu ve çocukların dudaklarına yaklaştırdı.
İlki bir yudum içti ve yüzünü buruşturdu.
İkincisi de bir yudum aldı ve tükürdü.
“Hiç yoktan iyidir.” dedi kantinci kadın.
“Çocuklara o sert içkiden mi verdin?”
“Evet, en iyilerinden hem de. Ama ne anlayacak bu köylüler.” Sonra kadehi sildi.
Çavuş devam etti:
“Evet madam, demek kaçıyorsunuz.”
“Baş edemezdim, tek çarem kaçmaktı.”
“Sürekli kaçıyor musunuz, bir parça eşya bile olmadan?”
“Önceleri var gücümle koşabildiğim kadar koşuyordum, sonra yürümeye başladım ve en sonunda da yığıldım kaldım.”
“Zavallıcık!” dedi kantinci kadın.
“Dövüşüyorlardı.” diye mırıldandı kadın. “Ateşin ortasında kaldım. Ne istiyorlar inanın bilmiyorum. Kocamı öldürdüler, tek bildiğim bu.”
Çavuş tüfeğinin dipçiğini hiddetli bir şekilde yere vurarak bağırdı:
“Bütün bu budalalar uğruna yapılan bir savaş, ne rezalet ama!”
Kadın devam etti:
“Geçen gece kör bir oyukta uyuduk.”
“Dördünüz birlikte?”
“Dördümüz birlikte.”
“Uyudunuz?”
“Uyuduk.”
“Rahat uyuyamamışsınızdır.”
Çavuş devam etti:
“Bakın yoldaşlar, bir kılıcın kını gibi daracık, ölü, eski bir ağacın oyuğunda saklanmış bu köylüler. Ama ne yapabilirlerdi? Paris’e çağrılmadılar ki.”
“Ağaç oyuğunda uyumak, hem de üç çocukla beraber!” diye bağırdı kantinci kadın.
“Peki, en küçüğü ağladığında ne oldu? Gelip geçenler bir şey görmese bile ‘anne, baba!’ diye bağıran bir ağaçta bir tuhaflık olduğunu sezmişlerdir.”
“Şanslıyız ki yaz aylarındayız.” diye iç çekti anne. Boynunu bükmüş yere bakıyordu. Yaşadığı onca musibetin şaşkınlığı gözlerine yansımıştı.
Sessiz askerler bu acıklı insanların etrafını çevrelemişti. Dul bir anne, üç yetim çocuk ve sürekli bir kaçış. Kimsesizlik ve yalnızlık; gökyüzünden başka sığınacak bir çatıları yok. Açlık ve susuzluk; ottan başka yiyecek bir yemekleri yok.
Çavuş kadının yakınına geldi ve gözlerini meme emen yavrucağa dikti. Bebek memeyi bıraktı, kafasını çevirdi ve o sevimli mavi gözleriyle çavuşun kızgın ve ürkütücü sakallı yüzüne bakarak gülümsedi.
Çavuş hemen geri çekildi. Bir damla yaş gözlerinden yanaklarına doğru süzüldü ve bir inci tanesi gibi bıyığının ucuna tutundu.
Sesini yükseltti:
“Yoldaşlar, bütün bir taburun bu yavrulara babalık yapması kanaatine vardım. Ne dersiniz bu üç yavrucağı evlat edinip onlara babalık yapmaya?”
“Yaşasın cumhuriyet!” diye haykırdı humbaracılar.
“Öyleyse anlaştık.” diye bağırdı çavuş, ellerini annenin ve çocukların üzerine doğru uzattı.
“İşte karşınızda Bonnet-Rouge3 taburunun çocukları.” dedi.
Kantinci kadın neşeyle zıpladı.
“Bir berede4 üç baş!” diye bağırdı.
Daha sonra hıçkırarak ağlamaya başladı ve dul kadına heyecanla sarıldı:
“Senin küçük kızın yanakları şimdiden kırmızı!” dedi.
“Yaşasın cumhuriyet!” diye tekrarladı askerler.
“Gel buraya yurttaş.” diye seslendi çavuş anneye.
İKİNCİ KİTAP
“CLAYMORE” KORVETİ
I
İNGİLTERE VE FRANSA TARAFI
1793 baharında Fransa çepeçevre kuşatılmışken, Jirondenler5 içler acısı bir düşüş yaşıyordu. Manş Adaları’nda da bazı durumlar söz konusuydu. Jersey’de hoş ve küçük Bonnenuit Körfezi’nde haziranın ilk akşamıydı ve güneş batmak üzereydi. Yön bulmayı engelleyen sisli ve karanlık havada bir korvet yelken açıyordu. Aslında bu havada açılmak yerine kaçmak gerekirdi. Bu gemi Fransız bir tayfadan oluşuyordu fakat adanın doğu noktasını gözetlemek için İngiliz filosu tarafından yerleştirilmişti. İngiliz filosu, Bouillon hanedanından Tour d’Auvergne Prensi komutasındaydı. İngiliz filosu acil ve özel bir görev için Prens’in emriyle korvetten ayrılmıştı.
Korvet, Claymore adı altındaki Trinity-House’a girmişti. Görünüşte nakliye gemisi olarak görünmesine rağmen aslında bu bir savaş gemisiydi. Ağır ve sakin bir yük gemisi gibi görünüşüne aldanmamalı çünkü bu gemi iki amaca hizmet ediyordu; kurnazlık ve güce. Mümkün mertebede kandırır, gerekirse de savaşır. Görev için geceleyin güverte altındaki nakliyeler otuz adet geniş kalibreli topla değiştirilmişti. Bu toplar olası bir fırtına durumu için yerleştirilmiş olsa da geminin sakin havasını koruma amacı da güdüyordu. Bu yüzden toplar üç katlı zincirle bağlanmış, üzeri örtülerek gemi penceresine dayandırılmıştı. Dışarıdan bakan birisi hiçbir şey göremezdi. Geminin pencereleri kapalıydı. Sanki gemi bir maske takmış gibi. Bu toplar eski model tunç tekerleklerin üzerindeydi. Savaş gemileri normalde silahlarını üst güvertede taşır. Fakat pusuda bekleyen bu geminin üst güvertesi tertemizdi. Çünkü güvertenin altı gizli bir top bataryası taşıyabilecek şekilde tasarlanmıştı. Claymore ağır ve biçimsiz