kâtiple bu iki muhasebeci biraz konuşmaya zaman bulabilirlerse konularının dar çerçevesi içinde her zaman tekrarlanan bir konu olarak ticaretevinin eski tarihi seçilirdi.
Bu konuları en iyi anlatan, Hasan Tahsin Efendi olurdu. Hatta bir gün ticaretevi sahibi Ferdi Efendi’nin bir sinir bunalımı arasında birkaç ağır sözcüğüne hedef olan yaşlı muhasebeci, sarı benzi donmuş, dudaklarının rengi uçmuş olduğu hâlde onun odasından çıkıp yazıhaneye geldiği zaman zangır zangır titreyerek demişti ki:
“Ah! Değer bilmez adam…”
Yaşlı adamın bu öfkeli bağırışı üzerine masasında, “Trabzon’da kereste tüccarlarından izzetlu…” diye başladığı mektubu bırakan Mehmet Rıfkı başını kaldırmış; cevap verilmiş bir deste mektubu bir mukavva kutuya koymakla uğraşan Osman Şevket yüzünü çevirmiş; uzun bir toplam yapmakta olan İsmail Tayfur da her zamanki gibi bir söylev vermeye başladığını fark ettiği Hasan Tahsin Efendi’yi iyice dinleyebilmek için toplamı yarım bırakarak yüksek iskemlesinin üzerinde çevrilmişti.
Hasan Tahsin Efendi, öfkesinden titreyen buruşuk elini, Ferdi Efendi’nin odasına uzatarak kendisine özgü kesik bir sesle, sözlerini sürdürmüştü:
“O gururuna, kibrine çelikten bir dayanak gibi arkasında duran kasanın içindeki parada benim kanımdan, benim hayatımdan bir parça olduğunu unutuyor. Otuz beş yıllık bir memuru, altmış yaşında bir ihtiyarı, babasının bütün hayatına katılmış, onu zengin etmek için saçlarını ağartmış, onun milyonlarını hesaplamak için gözlerinin canlılığını kaybetmiş bir zavallıyı, karşısına çağırmış da azarlıyor. Senin o üzerinde milyonluk bir altın kürsü gibi kurularak oturduğun sandalyeye o kuvveti vermek için biz ne olduk, bilir misin? Kuruduk! (Burada Hasan Tahsin Efendi, sözüne kişisel bir tanıkmış gibi vücudunu gösteriyordu.) Ah! Ayda yirmi beş lirana avuç açan bir aile babasını azarlamak hoşuna gidiyor, öyle mi?”
Memurların üçü de onu kaygıyla dinliyorlardı. Bu konu üzerinde söz söylendiği zaman hepsinde de bir duygu birliği meydana gelirdi. Bu dört yoksul adam, kalemlerinin ucunda yüz binlerce liraların çalkantısını gören, defterlerinde yüz binlerce liraların dolaşmasını işaret eden bu dört yoksul, o kadar güç kıran uğraşmalardan sonra ay sonunda kendilerini bekleyen değersiz tutarı düşündürecek bir söz olduğu zaman kalplerinin hep beraber ağladığını duyarlardı.
Hasan Tahsin Efendi, söyleyeceği şeylerle hedefi olduğu aşağılatmadan öç alacakmış gibi -ara sıra dinlenmek için yazı masasının yanında bulundurduğu- hasır iskemlenin üzerine düşercesine oturmuş; biraz daha sakin, biraz daha hafif bir sesle devam etmişti. Şimdi Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket; biri kalemini, öbürü mukavva kutuyu bırakarak, manyetik bir çekime yenilmişler gibi yaklaşmışlar; karşısında bir dinleyici topluluğu meydana getirmişlerdi:
“Otuz beş yıl önce babası Hüseyin İlhami, beni gümrükte stajyer olarak devam ettiğim bürodan çıkarıp da dört lira aylıkla yanına aldığı zaman bu Ferdi ne kadardı, bilir misiniz? Üç yaşında… (Hasan Tahsin Efendi eğilerek eliyle bir kedi boyunu gösteriyormuş gibi işaret etti.) Evet, üç yaşında bir çocuk! Hiç unutmam, yanlarına ilk girdiğim gün arkasındaki solmuş mavi basmadan bol hırkasının içinde… Siz şimdi şu tantanayı gördükçe Ferdi Efendi’nin o zaman omzuna katır boncuğu dikilmiş mavi soluk bir hırka giyen sümüklü bir çocuk olduğuna inanmazsınız… Evet! O bol hırkasının içinde kaybolmuş gibi ayaklarımın arasında dolaştığı zaman, ne yaptım bilir misiniz? Bu çirkin çocuğu, kollarından tutup odadan dışarıya attım. Abdülgafur Efendi, İsmail Tayfur’un zavallı babası, bana öyle bir bakmıştı ki, bunda, ‘Oh! Ne iyi yaptınız! Şu pis çocuktan her gün çektiğimi bir ben bilirim, bir o bilir!’ anlamını açıkça okumuştum. İşte bu Ferdi, bugün beni odasına çağırmış da ‘Tahsin Efendi! Sen yaşlandıkça garip oluyorsun!’ diyor. Ah! O zaman, o zaman görmeliydiniz efendiler! O zaman bu zenginlik yoktu. Bunlar, yani babası, amcası filanı yıllarca Karadeniz’in üzerinde tekne kadar kereste çektirmelerini sürükledikten, tuzlu rüzgârlarda derileri yarılıp kızgın güneşlerde piştikten sonra iki üç yıl önce Unkapanı’nda bir kereste deposu tutmuşlar; Trabzon’da, Sinop’ta, bilmem nerede edindikleri ortaklarla işe başlamışlardı. Eminim, başladıkları zaman Hüseyin İlhami ile kardeşinin servetleri, üç yüz lirayı bulmazdı. İki yıl içinde, yani Abdülgafur ile ben girdiğimiz zaman üç bin liralık ticaret içine başlamış olduk. Hâlâ Unkapanı’nda, o pis ahır gibi yerdeydiler; hâlâ gündüzleri pide ile tahin helvası yerlerdi. İşleri o kadar çoğalmıştı ki artık yetişmek mümkün olamamış ve bir kâtiple bir veznedar tutmak gerekli görülmüştü. Abdülgafur… (Hasan Tahsin Efendi bir göğüs geçirdi.) Bu zavallı adamın adını ne zaman ansam yüreğimde bir damarın sızladığını duyarım… Abdülgafur, benden on iki gün önce alınmıştı… Ona da dört lira veriyorlardı…
Bize kereste yığınlarının üstünde, asma merdivenle çıkılır, güvercinlik gibi bir yer yaptırmışlardı; onlar, aşağıda odaya benzer bir kümeste otururlardı. Benim elime, gezginci bir Yahudi defterciden dört buçuk kuruşa alınmış bir defter, Abdülgafur’un eline, iri bir anahtar tutuşturmuşlardı. O zaman her ikimiz de gençtik; ama genç olmak neye yarar? Orada kereste kokusu içinde yaşlanacak olduktan sonra! Burada tam on sekiz yıl yaşadık; bu on sekiz yıllık hayat, ciğerlerimizi kuruttu, şakaklarımızda beyaz teller çıkardı, zamanında tıraş edilmemeye alışmış sakallarımıza kır düşürdü de ne oldu bilir misiniz? Aylıklarımız on iki liraya, Hüseyin İlhami ve Ortakları Ticaretevi’nin de serveti altmış bin liraya çıktı! Altmış bin lira! Bu altmış bin lira içinde geçen günlerimizi düşündükçe ağlarım! Bundan sonra büyük bir değişme oldu; birdenbire gelen ölüm, Hüseyin İlhami’yi alıp götürdü, uzun bir miras çekişmesi başladı. Ferdi, babasının tek mirasçısıydı, amcasından ayrıldı, ticaretevinin sermayesi yarı yarıya indi, ortak olarak yalnız Sinop’ta Mestanzade Kardeşler kaldı. Kuruluşun adı da ‘Ferdi ve Ortakları’ oldu, Unkapanı’ndaki mağazalar depo olmak üzere bırakıldı, Ferdi bir odalık aldı, bu binayı yaptırdı, yazıhane buraya taşındı.
Ferdi o zaman yirmi bir yaşında, tek başına otuz bin liralık bir servete sahipti; biz ikimiz bu genci bu servet içinde idareye başladık. Yıllar geçti; bu servet, korkunç bir ejder gibi şiştikçe şişti. Biz kurudukça kuruduk, bir gün Ahdülgafur, ciğerlerinden kanını defterinin üstüne kusarak hayatını harcadığı sayıların içinde ruhunu da boğup gitti. Şimdi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin kalıntılarından bir ben varım. Oysaki ben, değerli bir hatırda değil, bunamış bir ihtiyarım! Ferdi, o otuz beş yıl önce soluk hırkasının içinde yuvarlanan Ferdi, bugün bu yaşlı adamı karşısına çağırıyor da samur kürkünün kollarını toplayarak, (Hasan Tahsin Efendi anlatırken gülünç bir biçimde taklit ediyordu.) bana, ‘Sen kocadıkça ne garip oluyorsun!’ diyor.”
Hasan Tahsin Efendi, sözlerini belki daha sürdürecekti ama bu sırada Ferdi Efendi’nin zili çalınca konuşmasına son vermişti.
Bu gece İsmail Tayfur, “62…” sayısını tekrarladığı zaman, yine konuşkan ihtiyar, söz söyleyeceğini belirtir bir sesle, yüksek iskemlesinden atlayarak:
“Sayı işi! Pis iş! Bilmem, düşünceyi bunun kadar yüksek derecesinden düşürecek, kişinin bütün duygularını çürüterek zihni anlamsız, ruhsuz birtakım şekiller içinde boğacak başka bir meslek var mıdır? Düşününüz! On saatten beri kesilmeyen bir uğraşma içinde üç yüz sayfalık bir defterin binlerce rakamı içinden sürüyle sayıları alacaksınız; önünüze ince mavi çizgileri gözlerinizi yoran kâğıdı onlarla dolduracaksınız. Ufak bir dikkatsizlik, küçük bir düşünce, kalemin basit bir hevesi, sigaranızın ince bir dumanı,