Halid Ziya Uşaklıgil

Ferdi ve Şürekâsı


Скачать книгу

anlayabilmek için İsmail Tayfur’a baktılar, genç adam omuzlarını hafifçe silkerek: “Ne olacak? Yine bir iştir!”

      Hasan Tahsin Efendi odanın sofaya açılan kapısının yanındaki çıngırağın ipini çekti, yazı masasının önündeki defteri kapadı, dişlerinin arasından, “Gidelim!” dedi. Şimdi herkes kâğıtlarını topluyor, paltolarını giyiyor, içeriye giren uşak, lambaları söndürüyordu.

      Dördü birden yazıhaneden çıktılar, sofayı geçtiler, mermer merdiveni susarak indiler. Burası, küçük bir avluydu, sokak kapısını açtılar, arkalarından ağır demir kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Dışarıda kar yağıyordu, sokaklar karla örtülüydü, donmuş bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Yukarıdan, yazıhanenin eski saati, yaşlılara özgü öksürüklü sesiyle onu çalıyordu. Karların üstünde gölgeleri dans eden dört arkadaş, şemsiyelerini açtılar; hızlı adımlarla ilerlediler.

      2

      Ferdi Efendi, babasının ölümünden sonra Unkapanı’ndaki kereste depolarını elinde bulundurmakla beraber, bu yerdeki fakir evi bırakarak ticaret merkezine yakın güzel bir ev yaptırmaya karar vermişti. Bu karar sonucu olarak Yenicami çevresindeki ev yapıldığı zaman sağlığından şikâyetçi Ferdi Efendi, işlerin başında olmak, depolara kadar gitmek zorunda kalmamak için orada birkaç memur bırakarak yazıhaneyi buraya getirtmişti. Evin yapı biçimi buna dayanıklı olduğundan Ferdi Efendi, evinin birinci katının sofasını, bir büyük bir küçük odasını, şu dört memurla bir uşağa ayırarak evinden çıkmadan iş yerinde bulunmak fırsatını kolaylıkla hazırlamıştı.

      Eşi, bir kız bıraktıktan sonra hastalıklı durumunun yalnız kalmasını zorunlu kıldığı Ferdi Efendi’yi yalnız bırakarak öldüğünden bu büyük ev, özellikle bir kızıyla kendisine ve birkaç hizmetçiye kalmıştı.

      Ferdi Efendi, parasından sonra kızını severdi ama bu sevgiyi, o paranın mirasçısına sevgi şeklinde yorumlamak, gerçeğe daha yakındır. Ferdi Efendi’nin Hacer’e karşı şefkatinde yüz bin liralık bir gelecekteki servet sahibine duyulan saygıdan bir eser vardı.

      İçeriye girdiği zaman Ferdi Efendi’yi kızı karşıladı, Ferdi, Hacer’in elinden tuttu, biraz eğilerek “İçin rahat etsin!” dedi.

      Hacer güldü:

      “Aman! Baba!”

      3

      Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket ayrılmışlardı, Hasan Tahsin Efendi, İsmail Tayfur’a Babıali Caddesi’ne kadar eşlik etti. Her akşam ikisi de buraya kadar gelirler, birbirine dörtyol ağzında veda ederler, yaşlı adam ince bacaklarıyla yokuşu tırmanır, İsmail Tayfur caddeyi izlerdi. Bu gece ayrıldıktan sonra genç adam durdu, bir süre yaşlı arkadaşını gözleriyle izledi; yaya kaldırımından yavaş yavaş çıktığını, karanlıkta kanatlarını çırpan güvercinler gibi oynaşan kar parçaları arasından sekerek kaybolup gittiğini seyretti; etrafına baktı, karanlık… Bu karanlık içinde yalnız karların donuk beyazlığı vardı. Dört tarafından yollar, karanlık bir denizde köpüklerden meydana gelmiş bir geçit gibi uzanıp gidiyordu. Babıali Caddesi, birbirinin üstüne yıkılmış bulutlar gibi yükseliyor; yükseldikçe binaların gölgelerine, gökyüzünün çatılara dökülen sislerine karışarak genç adamın gözlerinde karanlık ve beyazlıktan oluşmuş belirsiz, karışık bir tablo uzanıyordu.

      Sayısız alaylardan meydana gelmiş kelebekler gibi gökyüzünü dolduran kar parçaları etrafına dökülüyor; bazıları ayaklarına gelip atılıyor, bir kısmı şemsiyesinin üstünden kayıp akıyor, üç dört tanesi kollarının üstünde dolaşıyor, bir ikisi yüzünü okşuyor; gökyüzünün bir bahçesinden dökülen bu çiçekler düşüyor, hep düşüyordu…

      İsmail Tayfur, bu görünümden; başının içinde kaynayan beynine, derisinin altında yanan kanına değmesiyle hoş bir duygu veren bu soğuktan; beyazlıklar altında kalan bu karanlıklardan, karanlıklara karışan bu beyazlıklardan; kulaklarına başka bir dünyanın garip esintisi gibi vuran o rüzgârdan; kalbe evreni bütün şiir vahşetiyle gösteren bu kış gecesinden sarhoş oldu. İstemsiz bir hareketle döndü, aşağıya doğru ilerledi, gözünün önünde açılan beyaz yol, bir noktada bitiyordu. Burası, başka bir görünümün başlangıcıydı. İsmail Tayfur, deniz kenarındaydı; şimdi deniz, gözünün önünde korkunç, çok büyük, dehşetli bir uçurum gibi açılıyor; karlar, sanki gökyüzü erimiş de parça parça bir yokluk uçurumuna dökülüyormuş gibi düşüyordu…

      İsmail Tayfur, karanlık derinlikleri gökyüzünü yutacakmış gibi açılan bu denize; bakışını oynak bir duvar gibi kısıtlayan kar dalgalanmasına gözlerini dikti: Ara sıra, karşısında küçük bir ışık gülümsüyor, sonra bir kar sağanağıyla örtülüyor, karanlık içinde başka bir ışıldak göz açılıyor, ansızın kapanıyor, bir süre hafif bir fısıltıyla düşen karlardan başka bir şey görülmüyor, sonra bir iki ışık daha İsmail Tayfur’a gözünü kırpıyormuş gibi açılıp kapanıyordu…

      İsmail Tayfur, acı ve hülyayla dolu gözlerini, hoşluk ve yabanilikten oluşarak bir alaşım meydana getiren bu görünüme, karanlıkların içinde uçuşan beyaz karlara, karşı kıyıdan geceleri mezarlık servilerinin sıklığı arasında parıldayan baykuşların kızıl gözleri gibi ışıldayan ışıklarla kıyasladı. Doğanın şiir diline özgü bir fışırtıyla kıyıyı okşayan, karların sessizliği altında fısıldayan dalgaların ezgisi kulaklarını okşuyor, beynini hayalle dolu bir beşikte sallıyordu.

      Burada, rüzgârların birbiriyle çarpıştığı bu iskelede, bu kar altında, bu deniz karşısında, soğukta, uzun uzun düşünmek; doğanın bu yabani şiiriyle duygularını çevirmek istedi. İskelenin sonundaki bir babanın üstüne oturdu. Şemsiyesini kapadı, kalbini taşıran duyguları dökmeye muhtaç olan bu adam, karların altında, kışın bu gecesinde, gecenin bu zamanında, orada, yapayalnız, korkunç bir hayal gibi duruyordu.

      Zavallı genç adam! Sabahın karanlığında evinden çıkan, gecenin onuna kadar defterlerinin üstünde çalışan, güneşin neşe veren ışığından yoksun olan bu adam, hiç olmazsa gecenin kara yas rengini seyretmek istemişti.

      İşte şimdi üç yıl oluyordu; babası, o otuz yıllık yaşlı muhasebeci, yoksul çalışma hayatının son sütununa bir son çizgisi çekmiş, daha annesinin korumasına ihtiyacı olan İsmail Tayfur’un kolları üstünde beslenecek bir ana bırakıp gitmişti. İsmail Tayfur, o zaman daha okuldaydı, daha öğreniminin bitmesine iki yıl isterdi. Babasının ölümü, genç adam için bir yıldırım çarpışı niteliğindeydi; kafasını süsleyen umut köşkü parça parça oldu; okula; duygularına, düşüncelerine dost ve ortak olan arkadaşlara; gençliğinin ufkunda gülümseyen umuda; genç kalbini mutlulukla dolduran isteklere veda etmek, babasının öldüğü yere gidip o kapıyı çalmak, babasını öldüren o meslekten ekmek istemek gerekti.

      Ah! O zaman İsmail Tayfur, ayağının altında yerin çatladığını, derin bir uçurumun açıldığını görmüştü.

      Genç adam, o günkü hâlini görüyorum sandı. Hayatının bu anıları birer canlı resim gibi düşüncesinde yaşamaktaydı. O gün, daha gözleri babasının yas yaşlarıyla yanarken, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’ne gitmişti. Ama ara sıra babasını görmek için serbest girdiği bu kapı, o gün kendisine ürküntü vermiş, epey zaman bu eşikten geçmeye cesaret edememişti. Dört kez bu ıssız sokağı baştan başa boylamış, insanın korktuğu şeyleri ertelemek isteğine benzer bir duyguyla içeriye mümkün olduğu kadar geç girmeye çalışmıştı. Ama oraya girmeye, ancak sekiz on kez gözlerini kaldırıp bakmaya cesaret edemeyerek görebildiği Ferdi Efendi’nin huzuruna çıkmaya, “Anneme ekmek verecek