kenarına yaklaşarak çoraplarını çekip fırlattı; şimdi ayakları, halının kaba tüyleri içine gömülmüş, saçları dizlerine kadar inen beyaz gömleğinin üstüne saçılmıştı. Bir süre böyle, yatağının kenarında, aynanın karşısında kendisine baktı; sonra biraz üşüyerek, biraz titreyerek ilerledi; yalnız genç kızların saklamasını bildiği yerlerden küçük, ince bir defter çıkardı. Bu, Hacer’in hatıra defteriydi. Yatağına sıçradı, vücudu, yastıkların arasına gömüldü; yatağının beyazlıkları arasında sadece başı, yatağın bir ucundan da ayağının bir parçası görünüyordu.
Bu oda, bir genç kızın aklından geçebilecek her isteği yapmaya hazır bir zenginlikle meydana gelebilecek süslere batmış, her yanına bol bol göz alıcı yapıtlar serpilmiş, her köşesinde bir sanat güzelliği saçılmış, zengin bir baba tarafından tek bir kızına yalnızlığını unutturmak için yapılmış bir harikadır. Odayı, yumuşak tüyleri, ayakları havadan bir taban üzerinde tutan, ilkel renkleri alışılmamış şekiller meydana getiren bir Uşak halısı örtüyor. Duvar, baştan aşağı pembe ipek bir kumaşla kaplanmış, tavanın çevresi beyaz, pembe mavi atlaslarla boğulmuştur. Tavan, bir sanat güzelliğidir. Ressam, bu genç kız odasını yıldızlarla donanmış bir gökyüzüyle örtmek istemiş gibi mavi bir hava üzerine ışıklı, beyaz, ince bulutlar; durgun bir gölün köpüklerini andıran bulutlar arasına da ışık parçaları serpmişti. Odanın sol tarafını tutan yatakla bunun tam karşısında bulunan tek bir pencere arasında geniş, alçak bir sedir vardır; duvarın üstünden, bir sanatçı dehasının bulduğu çok acayip, büyük bir kuş kanatlarını açmış; uzun boynunu hoş bir eğişle uzatmış duruyor. Bu yabansı yaratığın pençelerinden duvarın o yanında atlaslar çözülmüş de dökülmüş gibi beyaz, pembe, mavi bir ipek tufanı akarak gözleri okşayan bir dalgalanmayla halının üzerine düşmüş; sedirin üzerinde bir tak meydana getirmiştir. Sedir, vücudunun rahatını sevenin oturacağı yer gibi her biri bir şekilde, başka renkte; her biri bir özel düşünüşün bulduğu, gariplik arayan bir düşüncenin türettiği; birçok yastıklarla kaplıdır. Bunlar, daha üzerlerinden kalkan hoş bir vücut teninin sıcaklığı uçacak kadar zaman geçmemiş gibi, ötesinde berisinde hafif çukurlar gösterir. Sedirin iki tarafına düşen perdenin etekleri arasında kaybolmuş iki büyük Çin saksısı; odanın her tarafını zevkli bir dağınıklıkla tutmuş çeşitli, ayrı ayrı masalar, çekmeceler, iskemleler, koltuklar üzerine serpilmiş; sayılamaz, hatır ve hayale gelmez ufak tefek, o Japon yelpazeleri, Sevr saksıları, eski işlemeler, fağfur fincanlar, tunç heykeller, çini kâseler; o bin yerden gelen bin türlü hiçler; iskemlelerin, yatağın, sedirin ayaklarını öpüyormuş gibi önlerine atılıvermiş parlak gözlü, korkunç ağızlı kaplanlar, yatağın karşısında şişelerin, kâselerin, kutuların renkleri ve ışıklarıyla parlayan düzen takımı, bu çeşitli eşyanın yansımasıyla parlayan alevler içinde aynanın iki tarafında uzanan gümüş kollar üzerinde bir çiçek demetinin içinden çıkan şamdanlar… Bütün bu güzellikler, bu hoş şeyler gözleri okşuyor; odanın her tarafından yayılan bir gençlik kokusu, düşünceyi baygın düşürüyordu. Ama burada bir yer vardır ki, odanın bir tarafını bir yığın beyaz köpük gibi dolduran bir yatak görünmektedir ki, bundaki yaratış güzelliği, bütün o sanat yapıtlarının sahibidir.
Bu, sarı tunçtan iri, büyük bir yataktır. Burada beyazdan başka bir şey görülmez; tüller, ketenler, yünler, canfesler, burada titrek, parlak, donuk beyazlıklarını karıştırmış; burasını köpükten, buluttan meydana gelmiş bir küme hâline getirmiştir. Tavanın bir tarafında zarif, nazik bir el, sarı bir halka tutmaktadır; bu halkadan sanki tavan yarılmış da içeriye bir ışık demeti saçılmış gibi beyaz bir tül dökülmüş, yatağı bir melek yuvası gibi, kucağına almıştır; bu tüller, ötede beride toplanmış, birer bağ meydana getirilmiş, bunların üzerine birer beyaz güvercin konmuş, sanki bu saflık yatağı o saflık sembolünün koruyuculuğuna bırakılmıştı.
Hacer, kar kümesi içine düşmüş bir çiçek gibi, yatağının içine gömülmüştü. Gözleri düşünceli bir gezintiyle şurada gölge arkasında kalmış bir Saksonya saksısına, ötede bir rafın üstünde ortası yarılmış kırmızı bir şeftali gibi dudakları arasından beyaz dişleriyle sırıtan bir zenci heykeline, yatağın üzerinde şimdi kanatlanıp uçacakmış gibi duran güvercinlere, bir iskemlenin ayağı dibinde uzun tüyleri uzun kulaklarına karışmış alçıdan bir köpeğe dolaşıyor; yastığın üzerine saçılan sarı saçların arasından parlayan bu iki göz, genç kızın görüntülerine başıboş bir kılavuz gibi orada burada geziniyordu.
Hacer, daha on beş yaşındadır. Zayıf vücudu küçük başı altında, uzun ipek saçları arasında küçük beyaz yüzü; ona büyümemek, her zaman ufak kalmak üzere yaratılmış gibi bir çocukluk hâli verir. Kemiklerinin inceliği, ellerine, kollarına biraz uzun gibi görünen boyuna bir incelik vermiştir ki, güneşten yoksun kalmış; bir camlığın sıcaklığında yetişmiş bir çiçekteki zarifliği andırır. Renksizce, solukça dudaklarının altından küçük ve düzgün dişleri parlar; gözleri, saçlarının aydınlık bir bulut arasında tuttuğu yüzünün, lacivert parıltılı iki yıldızı gibidir.
Ocaktan bahar güneşlerine benzeyen hafif bir sıcaklık çıkıyor, mumlar odayı bir tan ışığı içinde tutuyordu. Bu sıcaklık, Hacer’in vücudunu okşuyor; omuzlarından, göğsünden kayarak bütün tenine ateşten öpücükler konduruyor; bu ışık, odanın türlü renkleri üzerinde oynayarak gözlerini okşuyordu. Genç kız, bu ışık ve sıcaklık içinde yıkanıyormuş gibiydi.
Bir aralık elini uzattı, göğsünün üzerine düşmüş duran defterini aldı. Bu mavi kaplı defter, genç kızın ikinci kalbiydi! İşte iki yıldan beridir ki artık muhasebe odasına gitmemesi söylenmiş, içeride yapayalnız yaşamaya gerek görülmüştü; iki yıldan beri de Hacer, bu defteri edinmiş; düşündüğünü, duyduğunu oraya yazmaya alışmıştı.
İlk günü, babası kendisini, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, bir akşam pencerenin önüne çekip de “Hacer, sana dikkatle bir bakayım! Sen, artık bir genç kız olmuşsun! Haberin var mı? Bundan sonra içeride oturmak gerekiyor.” dediği zaman Hacer, az kaldı, “Nasıl? Demek bundan sonra oraya gitmeyeceğim! O hâlde nasıl vakit geçecek? Nasıl yaşayacağım?” diyecekti, bunu dememişti ama odasına çekilerek hüngür hüngür ağlamıştı. İşte o zaman yazılmasına başlayan mavi kaplı defterin birinci sayfası açılırsa şu satırlar görülür:
5 Mayıs 19..
Bugün babam bana, yazıhaneye gitmeyi yasakladı. Onu görmek mümkün olmayacak. Böyle nasıl eğlenmeli, bilmem? Kitaplarım, piyanom, bunların hiçbiri beni eğlendirmiyor… Aman Tanrı’m! Bu koca evin içinde tek başıma ne yapacağım?
Bu parçadan sonra gelenlere “o” -genç kızların ilk duydukları aşka taktıkları bu belirsiz isim- yenilenip duruyor, gittikçe bir özel önem kazanıyor, gittikçe o yazıların tek konusunu meydana getiriyordu. En küçük olaylar burada büyük bir ayrıntı zincirinin nedeni oluyordu. Söz gelimi bir gün Hacer sokakta gelirken avluda ona rastlamış yahut bir akşam babasının yazıhanesine perdenin arkasından bakarken onu görmüş. Ya bir sabahleyin perdenin arasından babasının yazıhanesine bakarken onu görmüş ya da bir sabahleyin bir pencereyi kaparken sokaktan o sapmış da gözleri birbirleriyle karşılaşmış… Bunlar, önemli birer olgu olur, bu defterde bir tarih olayı gibi büyüklük ve önem kazanır; işte böyle bir kuruntudan doğma bir aşk hikâyesi meydana gelirdi. Gittikçe, o, genç kızın bütün hayatını ele geçirmiş, bütün düşüncesini büyülemişti. O… O kim? Kim olduğunun ne önemi var? O olması, bir genç kız için yeter. Yalnız büyümüş, bir babanın öpüşünden başka bir sevgi belirtisi görmemiş,