Halid Ziya Uşaklıgil

Ferdi ve Şürekâsı


Скачать книгу

bitirdiği zaman, Hasan Tahsin Efendi düşünüyordu.

      Şimdi, yürüyüşlerini biraz yavaşlatmışlardı. Hasan Tahsin Efendi, hep düşünüyordu; genç adam sormak zorunda kaldı:

      “Ne düşünüyorsunuz? Bir şey demediniz…”

      Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının elinden tuttu, Köprü’nün kenarına çekti. Burada ikisi de durdular. O zaman yaşlı adam, İsmail Tayfur’un gözlerinin içine bakarak “Bir kez şurasını aklına koymalısın ki, Ferdi, bu iyiliği, bir iyilik olmak üzere yapmamıştır. Amacı her hâlde bir çıkar izlemektedir. Sorun, bu çıkarın ne olabileceğini bulmaktır. Sen, bunun üzerinde hiçbir görüşe varmadın mı?” dedi.

      İsmail Tayfur’un dudaklarına bir sözcük geldi, sonra kızardı, düşündüğünü söylemiyormuş gibi kekeleyerek:

      “Düşünce biçiminiz pek doğrudur… Hatta inanmanızı, isterim; Ferdi Efendi, bana bu iyiliği müjdelediği sırada kalbimde tuhaf bir korku vardı… Bu korku yine sürüyor… Bir şey olacak, bir fenalık gelecek, bunun altında bir fesatlık var da ortaya çıkacak sanıyorum… Oysa ne olabilir?

      Ferdi Efendi… O, yüz bin liralık adam! Ben, İsmail Tayfur, ayda birkaç liraya hayatını satmış, ekmeğe muhtaç bir yoksul! Aramızda bir ilişki göremiyorum ki, üstelik bu ilişkide gizli bir amaç olsun.”

      Hasan Tahsin Efendi, sesini çıkarmadı. Şimdi güneş batımının ilk karartısı olarak çevreyi ince bir sis kaplıyordu. Saf rengi, yarı saydam örtüsü altında az sezilen bu hafif bulutlu kış göğünün bir köşesinde güneşin kızıl çehresi süzülüp akıyor, Haliç’in durgun suları üstünden yavaş yavaş çekiliyordu.

      Yaşlı adam, düşünceli bir bakışla bu görünüme daldı; sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi İsmail Tayfur’a “Hacer’i hatırlıyor musun?” dedi.

      Genç adam, kalbinin en gizli bir şüphesinden yakalanmıştı:

      “Kuşkusuz!”

      Hasan Tahsin Efendi, birtakım eski anıları canlandırıyormuş gibi gözlerini süzdü; bakışı, ufkun bulutları üstünde gün batısının ışık kalıntılarının uçtuğu bir noktaya döndü:

      “Bu kız, iki yıl önce… Daha çocuk sayılacak bir yaştayken veya babasının gözüne daha öyle görünecek kadar büyümüşken bizim muhasebe odasından, özellikle senin yanından ayrılmazdı… Hem de bir gün, bilmem hatırına geliyor mu? Senin yanına o kadar sokulmuş, o kadar sokulmuştu ki, belki bu on iki yaşındaki kızın sarı saçlarından veya beyaz teninden çıkan bir koku, bir ısı senin yüzünü sarartmış, dudaklarını titretmişti. O zaman sana dikkat etmiş, bunu anlamıştım; o zamana dek Hacer’in artık büyüdüğünü ben de görememiştim… Yaşlılar, çocukların büyüdüklerine o kadar güç inanırlar ki… Ama ondan sonra!”

      İsmail Tayfur, gözlerini indirerek “Bilmem, niçin bunlardan söz ediyorsunuz?” diye sordu.

      Yaşlı adam, durumunu değiştirmeden sürdürdü:

      “Öyle! Sanıyorum ki, bu anılarla çözümlemek istediğimiz sorun arasında bir ilişki, bir bağlantı var… Bir gün sabahleyin… Ben böyle şeyleri unutmam… Yaşlılar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, düşüncesindeki şiiri özel bir özenle yoklarlar… O zaman ben de sizi öyle yoklardım… Hiç kuşkusuz onun için unutmamışım… Evet, bir gün sen, sabahleyin gelip de defterini açtığın zaman kâğıtların arasından birçok gül yaprağı dökülmüştü. Bunu, hepimiz görmüştük… Hepimiz sana dikkat ediyorduk… Sen kıpkırmızı olmuştun… Bunları saklamak, bize göstermemek istedin… Elinde mi? Sen, sayfaları çevirdikçe gül dökülüyor; bu, sayılardan başka bir şey görmeyen kâğıtlardan gül saçılıyordu… Defterin, bir gül sepeti olmuş gibiydi… Buradan beyaz, küçük, pembe tırnaklı, mavi damarlı, bir çift elin geçtiğini anlamak, uzun uzun düşünmeyi gerektirmiyordu. Bunu hepimiz anlamıştık… Daha konuşayım mı?”

      İsmail Tayfur, durmasını rica eder gibi bir davranışla elini uzatmak istedi ama Hasan Tahsin Efendi, konuşmak istediği zaman kolay susturulamazdı:

      “Bir gün sabahleyin… Bir bahar günüydü… Sabahın taze, kokuyla dolu, hafif bir yeli pencerelerin perdelerini titreterek yazıhaneye giriyor; tel sepetler içindeki mektupları, ötede beride sürüklenen hesap kâğıtlarını oynatıyordu. Bu rüzgâr estiği zaman, bilmem, gençlere ne gibi duygular anlatır? Sana hayran bir gözle bakan Hacer’in sarı saçlarını da bir tutam ışık gibi savurarak senin başına, yüzüne, dudaklarına yolluyordu; baharın kokularını yanı başındaki canlı baharın saçlarıyla karıştırarak öyle koku ve ışıktan meydana gelmiş bir demet gibi seni hoş dokunuşlarıyla okşayan bu rüzgâr sarhoş ediyordu; belliydi bu. Sonra, nasıl olduğunu iyi hatırlayamıyorum, senin yanından bir kâğıt parçası uçuyor gibi oldu; Hacer, bu kâğıdı tutmak istiyormuş gibi elini uzattı fakat seninki daha önce uzanmıştı; öyle ki Hacer’in küçük eli, senin titremeye başlayan elinin üstüne düştü; çocuk o küçük canavar, şimdi bu elin uçmasından korkuyormuş gibi pembe sedefli pençesini çekmekten çekiniyordu; bir süre birbirinize bakmaya cesaret edemeden kaldınız, sonra Hacer’in yüzü, elinin üstüne düştü, saçları, defterinin üstüne döküldü, gözleri sana dikildi. Oh… Gençlik! Gençlik! Hacer, seni o zamandan beri seviyordu… Emin olabilirsin ki Ferdi Efendi’nin seni bugün umutlandırdığı büyük armağan, Hacer’den başka bir şey değildir. Hacer ne demektir, bilir misin? (Yaşlı adam sinirli bir hareketle genç adamın elini tuttu.) Mavi gözlü, sarı saçlı, bir bahar bulutu gibi beyaz, bir su çiçeği gibi ince; on dört yaşında bir kız şeklinde yüz bin lira! Yüz bin lira! İşitiyor musun? Bu sözcüğün korkunçluğu seni titretmiyor mu? Yüz bin lira! Ah! Bu, o kadar büyük bir şeydir ki, adı ağzıma sığmıyor sanıyorum.”

      İsmail Tayfur, küçümsemeyle dolu kaygılı bir bakışla baktı; omuzları, o yüz bin lirayı hor görürcesine yukarı kalktı; kararındaki kuvveti gösterecek bir sesle, “İnanınız ki, Hacer’i almayacağım!” dedi.

      Hasan Tahsin Efendi, dünyada işittiği en garip düşüncelerin aşırısını görüyormuş gibi şaşkınlıkla dolu gözlerini açtı; bir süre sessiz, hayran, İsmail Tayfur’a baktı; bir şey söylemek için dudakları titredi, sonra aklına başka bir şey gelmiş gibi başını silkerek “İnan ki, Hacer’i alacaksın.” dedi.

      Artık konuşmayı sürdürebilmek ellerinde değildi; yürümeye başladılar, şimdi sessiz, geri dönüyorlardı.

      5

      Hacer, bu akşam babasını odasında bıraktı, genç kızın yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Hacer, bu büyük evin tek sahibiydi; her yer, her oda, her köşe Hacer’e aitti; ama Hacer’in bir odası vardı ki bu, evin her yerinden çok kendisinindi. Sıkıldığı, kendini yalnızlığa muhtaç gördüğü zamanlar, “Artık evime gidiyorum.” dediği yer de burası, bu yatak odasıydı. Genç kızların yaşamlarında yatak odası, kutsal bir hayal tapınağı gibidir. Hayallerin, o altın kanatlı şiirin yuvası, yatak odasıdır. Yatak odası, öylesine saf, öylesine duygulu, öylesine ince hayallere, emellere sığınak olmuş bir yerdir ki, merak düşüncesi bile oraya girmeye cesaret edemez, o gençlik hayalleri barınağına sokulmaktan kaçınır.

      Hemen her zaman hep sürmeli olan bu oda kapanıp da genç kız yuvasında yalnız kaldığı zaman, işte o zaman genç kızdır.

      Bahar göğü lacivert dalgalanmalarını, geceler yıldızlarının şiirini genç kızların gözlerine o odanın küçük penceresinden gösterir.

      Hacer, odasına atıldığı zaman, orada bir şey bulacakmış;