Halid Ziya Uşaklıgil

Ferdi ve Şürekâsı


Скачать книгу

yerde ‘Dört kere dört, on altı!’ diyeceğim. Sayı, bütün var olan şeyleri bana o kadar unutturmuş, duygularımı o kadar kör etmiş ki çiçeklerin ruhu titreten kokusunu, gökyüzünün düşünceye kanat veren rengini duymuyorum, anlamıyorum… Abartıyorum sanırsınız; otuz beş yıl… Ne demektir, bilir misiniz? İşte yine sayı… On iki bin şu kadar gün… Onar saatlik sayı uğraşı; zavallı kısa ömrümde yüz on iki bin saatlik bir sayı hayatı meydana getiriyor! Şimdi size yağmurlu havalarda pencere camlarının üzerinde suların çizdiği şekilleri sayılara benzetmeye çalışarak saatlerce eğlendiğimi söylersem şaşmazsınız değil mi? (İhtiyar muhasebeci gülerek ve artık şaka ettiğini anlatmaya çalışarak ekledi.) Hatta çocuklarıma birer sayı adı koymak istemediğime şaşıyorum. Söz gelimi Münir, tokmak gibi bir çocuktur; adı 9 olsaydı pek iyi yakışırdı! Gülmeyiniz! İnsan, hatta sayılarda bir anlam aramaya başlıyor… Kim anlatıyordu, bilmem? Yazı öğretmenlerinden biri harflerin birer rengi bulunduğuna; söz gelimi ‘v’nin kırmızı, ‘l’nin yeşil olduğuna inanırmış!

      Bende daha sayılar hakkında böyle inanış meydana gelmedi ama söz gelimi 9 şişman bir adama, 1 ince bir genç kıza pekâlâ benzer! Deli olduğuma inanacağınızdan korkmasam, daha garibini söylerdim… Fakat ne zarar var! Varın öyle sanın! Bilir misiniz? (Burada sesini bir sır söylüyormuş gibi indirdi.) Bazen, gece şu odada, siz gittikten sonra yalnız kalıp da bir sayı sağanağı içinde boğulduğum zamanlar ne sanırım! Bu sayılar, bu zorluklar, küçük küçük birtakım garip yaratıklarmış da öyle kalemin ucundan kanatlanıp uçuyorlarmış, kâğıt üzerine dağılıyorlarmış… Nasıl diyeyim? Bu duyguyu nasıl anlatayım? Ben devmişim de bu garip, acayip şeyler canlanıp benden çıkıyorlarmış gibi sanırım… Bu hâl, bana bir hastalıktan kaldı. Şimdi dört yıl oldu… (Yaşlı adam İsmail Tayfur’a döndü.) Sen o zaman okuldaydın fakat bunlar bilirler… Korkunç bir nöbete tutulmuştum… Nöbet geldiği zaman ne görürdüm, bilir misin? Gözlerimin önünde iri, kalın, ufak, ince, bin şekilde, bin çeşitte, karmakarışık bir sürü sayı! Bunlar hep bir yığın böcek veya doğa dışında bir küme yaratık gibi sekizler yedilerle, üçler ikilerle kol kola vermiş veya bir altının kafasına bir beş düşmüş yahut bir dördün ensesine bir dokuz binmiş olduğu hâlde çılgın bir dansla gözlerimin önünden geçerdi… Hastalığım sürdükçe bu hayal ilerlemişti… Bir zaman geldi ki, bunlardan korkmaya başladım… Hele bir gün, pek iyi bilirim, bana çirkin bir gülümsemeyle sırıtıyormuş gibi bakan bir altıdan o kadar korkmuştum ki, ‘Aman! Aman! Altı!’ diye bağırarak sıçramıştım. Bunu, sayıları tanımamış, onlarla yaşamamış bir adama anlatırsanız sizi deli sanır.

      Onlar mı haklı, ben mi haklı; bilmem ama doğru olan bir şey vardır ki, deliliğe sayı kadar yardım edecek bir şey olamaz. Kendimi düşünüyorum da korkuyorum… Ara sıra mutlaka deli olacağıma inanıyorum… Sabahleyin uykudan uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey, defterimin bir tarafında yarım kalmış bir toplam veya bir cetvele eklenmesi gerekli bir sayıdır… İşimin başına geldiğim zaman başka şey düşünme imkânı yok; beni bekleyen yüzlerce kâğıttan sayı toplayıp ait oldukları defterlere dağıtmalı ve bölmeli, harf dağıtan bir dizici gibi her sayıyı ait olduğu göze yerleştirmeli, bu uğraşma içinde acıkabilirsem… Çünkü şu iskemlenin üstünde acıkmak da kolay bir şey değildir. Acıkabilirsem bir şey yediğim sırada yine onları düşünmeli; akşama dek, ara sıra geceye dek yine onlarla uğraşmalı; en sonunda öyle bir hâle gelmeli ki beyin uyuşmalı, göz kararmalı; sarhoş olmuş, fikri işlemez olmuş, aklı karışmış bir adam gibi buradan çıkıp eve gitmeli. Eşiniz, kızınız, oğlunuz, sizi bekliyordur; size gülümsüyorlar; sizden gülümseme bekliyorlar; gülmeye gücünüz kalmamış ki gülesiniz. Onlar söylerler, siz dinlersiniz; siz söylerseniz onları sıkacağınızdan, mutluluklarını gölgelendireceğinizden emin olunuz. Çünkü söyleyeceğiniz, mutlaka hayatınızdan, geçiminizden yakınmadır; ne gereği var? Feda ettiğiniz bir ömrün yasını onlara mı tutturacaksınız? Siz yorgun; onlar ilk önce neşeli, sonra sizden geçen kederle üzgün; bu hâlde uyku zamanı gelir, yatağa girersiniz, orada sanki sizi rahat bekliyordur. Ne yazık! Beyin! O zavallı duygu kutusu! Sayılardan aldığı vuruşların o kadar etkisine esir olmuştur ki size uykunuzda da toplama yaptırır; uykunuzda da ‘Elde var sekiz, altı daha on dört…’ diye tekrarlayıp durur.”

      Bu sözleri söyleyen muhasebeci, dinleyenler üstünde meydana getirdiği etkiyi anlayıp da artık sözlerine son vermek isteyen konuşmacılara özgü bir hâlde etrafa baktıktan sonra, ağırbaşlı bir davranışla ilerleyerek İsmail Tayfur’a yaklaştı. Elini hafifçe genç adamın omzuna koyarak ağır, ciddi bir sesle ekledi:

      “İşte sen geldin de böyle bir mesleğe, böyle bir uçuruma atıldın. Zavallı babanın hayatı, çabalarının sonucu, senin için bir ibret dersiydi. Burada ne olacağını anlamak için onu düşünmelisin! Ama sen! Sen, buraya gelmeseydin, buraya gelip de babanın yalnız ve çaresiz bıraktığı aileyi beslemeye zorunlu olmasaydın, bir şey olabilirdin! Eminim, şimdi sen geceleri gökyüzünün ışıklarına daha gençlik şiiriyle dolu olan gözlerini yönelttiğin zaman bakışın, siyahtan başka bir şey görmüyor. Ben de öyleydim; ama sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”

      Hasan Tahsin Efendi bitiremedi, tam bu sırada bir kapı gıcırdadı, dördü de başlarını çevirdiler, Ferdi Efendi odanın eşiğinde görüldü.

      Ferdi Efendi, ince, uzun boylu, içinde yuvarlandığı altınların rengini almış gibi sarı saçlı, sarı sakallı, bünyesinin zayıflığına kanıt sayılacak kadar donuk benizliydi. Hayatını baştan aşağı kaplayan sakat benliğinin verdiği endişeyle alnı çizilmiş; boyu, ömründen otuz sekiz yılını geride bıraktıktan sonra artık ileride yaşayacak çok yılı kalmadığını anlamış gibi biraz öne eğilmişti. Hayata kazanmak, kazanmak, her zaman kazanmak için geldiğine karar vermiş; paradan başka dünyada hiçbir şeyin değeri olabileceğini düşünmek zahmetini asla duymamıştı. Kişinin para yaptığına değil, paranın insan yaptığına tam bir inanışla bağlanmış; hatta insanlığın şu dünya üstündeki bedeninin, paradan nimetlenmek amacına dayandığı düşüncesini, tek bir bilgelik olarak kabul etmiş; öngörüsü para ile sınırlı bir ufuktan başka hiçbir ufka açılmamış; paranın her şey, her şeyin hiç olduğuna inanmış bir adamdı.

      Ferdi Efendi’de, iki şey vardı; dikkat edildiği zaman korku verirdi: Gözleri, dudakları!

      İnce, seyrek, sarı, gizli bir düşünce saklıyormuş gibi garip bir şekilde basık, yüreğinin sırrını verebilecek bakışını saklamak istiyormuş gibi düşük kaşları altındaki bu mavi gözlerde; bütün topluma karşı bir alay gülümsemesi gibi ince, küçük dişlerinin üstünde sonsuz bir tebessümle kasılmış o dudaklarda; doğa dışında, şeytanca, cehennem gibi bir şey, belirtilemez, yorumlanamaz bir anlam vardı ki, dikkat edildiği zaman bir yılanın, bir timsahın görünüşünden doğan korkuya benzer bir şey duyulurdu.

      Hasan Tahsin Efendi, derdi ki:

      “Bu gözleri, bu dudakları görüyor musunuz? Para, zavallı kişileri kötülüğüne kurban eden o iblis, boş sofrasının üstünde ağlayan aç bir aileyi gördüğü zaman bu gözlerle, bu dudaklarla güler.”

      İsmail Tayfur, Ferdi Efendi’nin bu gözlerine, bu dudaklarına bakmaya asla cesaret edememişti. Bakışı, o her zaman hareketli, her zaman fır dönen gözlere; o her zaman gülümseyen, her zaman kasılmış dudaklara rastladıkça kalbinden soğuk bir şeyin aktığını duyardı.

***

      Ferdi Efendi eşikten geçti, ağır adımlarla ilerledi; şimdi Hasan Tahsin Efendi biraz geri çekilmiş, haberleşme memurları gözlerini kalemlerinin ucuna dikmiş, İsmail Tayfur yüksek iskemleden aşağıya inmişti.

      Ferdi