74’te Erzurum’un Oltu ilçesinde doğdu. Oltu Lisesi’nden mezun oldu, 1990’da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi. 1994’te DTCF Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Bu iki fakülteyi yarım bırakarak 2004’te İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu.
Yazı dünyasına 90’ların başında şiirle girdi. İlk şiirleri Kayıtlar dergisinde yayımlandı. 2007’de ilk romanı Cihadın Mahrem Hikâyesi çıktı. 2016’da ise bunu 5 romanı takip etti:
• Veziristan Sevgilim Elveda
• Yorgun Yabancı Savaşçı
• Rüyalar Mevsimler Gölgeler
• Ahir Zaman Mücahitleri
• Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum
2016’da Büyük Oyun’dan Dersler adıyla 5 ciltlik bir araştırma serisi yayımladı.
2018’den beri TVNET ve TRT için muhtelif belgesel metinleri kaleme aldı. Şiir, masal, roman ve makale ile yazı macerasını sürdürmektedir.
Sevilay Ablaya
Sebebim
Zülâl… İlk kelimem sen ol istedim. Senin için yazıyorum çünkü, seni yazıyorum. Kendimi anlatırken dahi muradım sensin. Seni anmak maksudum. Sen ol ilk sayfamın, satırımın başında; başucunda zihnimin, hafızamın, havsalamın. Onların azizliğinden değil mi zaten can havliyle kelimelerin üzerine abanışım? Bu canhıraş telaş onların gadrinden değil mi?
Buhranımdan haberdardın, görmekteydin hem, hem de uzun uzadıya dile getirmişliğim vardı. O varlık krizi, gitgide gerçeklik krizine yol açtı, hassaten malûm yaşanmışlıklardan sonra. Kendi varlığım başta olmak üzere tüm mevcudatın mevcudiyetinden duyduğum şüphe zihnimi rehin almaya başladı. Gerçeklik ile yanılsama, rüya ile realite arasındaki hudutlar flulaştı, hayal ile hayat arasındaki ayrım hatları bulanıklaştı. Bunun giderek bir hafıza hasarına dönüşmesinden endişe duydum. Yegâne hazinem olan anıları tarumar edecek bir bulanıklığın seninle ilgili hatıraları sakladığım sandukalara yaklaşması durumunda neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğunu ayırt edememekten korktum. Zihnimdeki seğirmeler çoğalmadan, henüz senin kutsal topraklarına ulaşmadan elimi çabuk tutup tüm konuşmalarımızı zapturapt altına almaya karar kıldım.
Konuşmalarımızı çünkü beynimdeki heyelandan en çok zarar gören onlardı. Hâl, hareket, olaylar, oluşlar, duyuşlar değil, kelimeler, cümleler, ifadelerdi en çok unutuşun molozları altında kalan. Onları afet bölgesinden uzaklaştırmalıydım bir an evvel. Bir de Zülâl, kula gölge ise Allah’a ayan, bizim en çok yaptığımız şey konuşmak değil miydi? Tek yüklemimizdi hatta konuşmak. Aşkımız kelamın hudutlarını ancak yürüyüşler, suskun bakışmalar, aynı yöne derin dalışlar, hafif dokunuşlar, uzun ağlayışlar, sevecen gülüşler, heyecanlı kavuşmalar, buruk vedalar yoluyla aşabildi ne yazık ki. Bu yüzden en çok onları muhafazaya yönelme lüzumu duydum, anlıyor musun?
Konuşmalarımızı dercettim çünkü tüm diğer anlar, anılar o kadar diri ve duru idi ki. Sarıyer’deki mendilci çocuğu saçlarından öpmen, Aziz Mahmut Hüdai’den dönerken sol ayak bileğini hafifçe burkman, Karaköy vapurunda martılara atmak için simit bulamayınca iki poğaça alman veya Kariye Camii’nin orada bana İstanbul’a ilk geldiğin günlerde alıp hiç kullanmadığın defterini hediye etmeni unutacak değilim. Ki hatıralarımızı yazmak için ondan daha güzel bir bergüzar olamazdı… Ve hiçbir hasar yahut hüsran benliğime seni, senliği unutturamaz. Yine de emin olamadım, dimağımdaki erozyon oraya kadar gelmeden bir set çekmek istedim. Dedim ya konuşmaları teminat altına almalıydım ilkin. Taraçaları oraya yapmalıydım.
Hiçbir şek ve şüphe kurdunca kemirilmemiş olan kısımları seçtim. Teşbihte hata olmaz, bir sahih hadis mecmuası teşkil eder gibi, sadece sıhhatinden emin olduğum ifadeleri bir araya getirdim. Sadece söylenenleri ve gerçekten tam da o şekilde söylenmiş olanları derledim. Bir buket gibi olsun diye süslemedim de. Şu mütevazı bir hakikat ki bizim konuşmalarımızın süslemeye ihtiyacı yoktu. Olanca tevazuu içinde senin beyanlarını çok görkemli buluyordum. Benim lakırdılarımsa, bunca yılın mütercimi ve kalemkârıyım, şuncacık tumturaklı olsundu. Yalanla olan husumetimi bilirsin. Ona en ulvî gayeler için dahi tenezzülü zül sayacağımı söylememe hacet yok. Benim meselem yalanla değil yanılsamayla ve onu da bu diyalogları kayda geçirmekle neyse ki bertaraf etmiş bulunuyorum.
Diyalog diyorum ama karşılıklı konuşmalar şeklinde aktarmadım. Bunun sebebine ben de tam vakıf olamadığımdan sana izaha yeltenmeyeceğim. Şu var ki konuşmalarımızın beynimin kataloğundaki dizilişinin kronolojik sıraya göre olmaktan ziyade konu tasnifine dayalı olduğunu fark ettim. Zaman akışına riayet ederek ilk diyalogdan başlayıp ilerlemek istedim ama ıstırap verici tıkanmalar, felçleştirici kalp spazmları yaşadım. Belki de benim asıl meselem zaman denen o dehşetengiz çarkla olduğundan. En mutlu enstantanelerimizi yazarken dahi zaman benim için zalim bir girdaptı; ihtimal ki zihnimi takatsiz bırakan da gene o girdaptan kaçış psikolojimdi. Konu tertibi daha nesnel ve bilimsel gözüktü bana. Şu benim bazen hayranlık, bazen tedirginlikle karşıladığın analitik düşünme alışkanlıklarım da bir roman gibi tertiplemeye elverişli değildi. Zamanın burgacından farklı bir sistematikle bir nebze sakınabilirdim.
Bunları yazmış olmam kabul ediyorum ki pek de olağan değil ama ondan daha tuhafı henüz bunları bir kez olsun okumamış olmam. Çünkü kadim felsefî krizim zihinsel gelgitlere dönüştüyse de yazmaya başladıktan sonra tedricen duruldum. Yazdım ve okumadım hiç. Bir kez olsun okumaya ihtiyaç duymam umarım. Belki çok yaşlanınca, ahir ömrümde, kim bilir. Herkesinki kadar bitap düşünce hafızam. Seninle ilk günkü gibi söyleşmenin heyecan ve hazzıyla bu sözcükleri bir bir terennüm ederim.
Her halükârda elimde bir mihenk taşı olarak dursun şuracıkta, yanılsama belasını onunla def edeyim. Sınır taşı olarak rüyayla hakikat arasında. Kimselerin ne okumasına ne bilmesine gerek duyan. Zarif bir aşk hikâyesi Zülâl ile Zahit arasında.
Rivayet olunur ki “Sevgililerin birbirlerine söyledikleri her yalan er ya da geç gerçekleşir” imiş. Yalansızdık biz. Umulur ki er ya da geç gerçekleşir doğrularımız… Seninle başlıyorum şimdi. Sadece başlangıç ve umutla anılacaksın Zülâl’im.
Apium
Afyon’u bilir misin? Geçmişsindir. Zaten Afyon’dan geçilir, kalınmaz. Öyle ki her memleketin bir otobüs firması vardır, Afyon’un yoktur. Gerek yoktur çünkü, yolların kavşağındadır, giden oradan geçecektir, başka yolu yoktur.
Kalan kimler acaba? Denir ki Karahisar Kalesi’ne bir kere çıkan Afyon’da yedi yıl kalırmış. Bizimkilerin de kaleye çıkası gelmiş zahir, sonra kalakalmışlar. Korkunç bir tabirdir hani: Gidemeyenlerin ülkesi! Ülke için çok ağır bir tabir; vatan için kullanılmasında haince bir taraf var sanki, ama bir şehir için kullanılması caiz gibime geliyor. Gidemeyenlerin şehri! Gidemeyenlerin nice şehirlerinden biri. Şimdi acıdım ona. Tüm ülkeye, gezegene acıdım. Gidemeyenlerin gezegeni! Gidemeyenlerin uzayı, kâinatı, evreni!.. Sorun belki de mekânda değil, bizim gidememekliğimizde. Biz gidimli değiliz belki. Yollar gidimli ama bizim gidiciliğimizde bir zayıflık var. Gidemeyenlerin ilenci. İthamı.
Kalmak ve kale. Kalıcı olmakla alâkadar ikisi de. Kalıcı olabilmek, kalmaya devam edebilmek için kale inşa etmiş insangil. Birileri gelip de kovup atmasın, kaçırıp götürmesin, vurup öldürmesin diye. Şu insangillerin kaç bin yıllık itiş kakışı işte. Bitmeyen kan davaları. Kan dökücülüğünden hep. Kan dökücülükten yapılmış o kale, o yüzden kalmışız Afyon’da biz de. Kale olmasa kalmazmışız bu hesaba göre.
Ben kalmazmışım. Nerede kale görsem kılıç şakırtılarıyla doluyor kulaklarım çünkü. Atlar toz duman içinde yere yığılıyor, sırtlarında gencecik adamlar. Cesetler kokuşuyor nerede bir kale görsem. Kahramanca cenk ediyor birileri, surların ötesinde veya berisinde. Seyirci yok, taraf olmaya da mecbursun. Ya muhasaracılardan yanasındır ya mukavemetçilerden; o evrensel dayatma burada fazlasıyla geçerli: Bitaraf olan bertaraf olur. Bitaraflar bertaraf olduğundan böyle kan revan zaten her taraf. Üzgünüm Zahit ya. Her bir kale için. Her bir kale etrafında dökülen kanlar, kaybedilen canlar, yaşanan acılar için. Her bir kalebendi, her bir burç, her bir taş adedince.
Saygın