Hayat dediğimiz şey de açıların toplamı değil mi zaten? Hepsi birbirini nakzettiği için sıfır toplamı verecek olsa da. Neyse. Bizimkiler bakmış ve çadır direklerini buraya dikmişler, ocakları burada tütsün dilemişler. Böyle yazılmış. Yazanlar bizi Afyon’un kütüğüne yazmışlar.
Karahisar Kalesi’nin beni ürkütüşünün örtük başka sebepleri de vardı. Battal Gazi’nin orada öldürülmüş olması mesela. Düşün bir efsane orada sona ermiş, ölümüyle bile efsaneleşecek olsa da. Senin şen şakrak gezip dolaştığın bir mevkide yere yığılmış olabilir Battal Gazi. Nice Battal Gazi. Bana kalsa bir Battal Gazi’ye bin kaleyi değişmem. Ama bir kale için kaç bin gazi gitmiş kim bilir?
Tam da bunun için galiba, efsane başka bir şey anlatıyor. Düşmanlarınca, bir kılıç darbesi veya saplanan bir okla vurulmuyor Battal; kıymıyor efsane imalatçıları buna. Ya ne anlatıyorlar? Kuşatma esnasında kale komutanının kızı bizim Battal’ı görünce aşka düşüyor. Kalenin düşmesi için onunla işbirliği yapmanın peşine düşüyor. Kale komutanı Bizans imparatorundan medet istemiş, 100 bin kişilik ordu yola çıkmış geliyor; kızcağız bunu iletmek istiyor bizimkine. Bir rivayete göre de kaleden yapılacak bir huruç hareketini haber verip Battal’ı kurtarmak istiyor. Ama nasıl?
Yazıyor namesini ve bir taşa sarıp atacak. Çayırda yatmakta olan Battal’a bağırıyor ama sesini duyuramıyor. Sonunda kızcağız, yapacak başka bir şey kalmadığına inanıp taşı fırlatıyor. Biraz kıpırdar gibi olan Battal tekrardan yere uzanıyor. Meğersem sevdiceğinin attığı taş kulağının dibine denk gelmiş. Oracıkta ruhunu teslim etmiş Battal Gazi. Durumdan şüphelenen kızcağız, babasına diyor ki, “Türklerin komutanı çayırda uyuyor, bana zehirli bir hançer verin, gidip onu öldüreyim!” Gazi’nin yanına geliyor, bir de ne görsün? Çekiyor hançeri kalbine saplıyor, kendi kalbine.
Amansız cenk olmuş sonra. Bizimkiler mağlup olmuş, alamamışlar müstahkem kaleyi. Ne var ki apansız kavi bir rüzgâr çıkıvermiş, alıp aparmış Battal’ın naaşını. Kaledekiler onun öldüğünü öğrenememişler, tehlikenin geçmediğini düşünüp korku içinde yaşamaya devam etmişler.
Karahisar’ın beni niye kederlendirdiğini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsundur. Bir bakışta âşık olan bir kız, aşkı uğruna her şeye ihanet ediyor, maşukunu korumak için bir hamle yapacak oluyor, gel gör ki kendi eliyle canından ediyor sevdiceğini. Bir yiğit, sevdiğinin taşıyla canından oluyor. Nasıl ince kurgulanmış hikâye görüyor musun, kan yok, vahşet yok mümkün olduğunca. Nazikçe her şey. Aşk da ihanet de ölüm de yenilgi de. Tam da bu yüzden bana daha çok dokunuyor, canımı daha çok acıtıyor. Gerçeğin acımasızlığını örtme çabasındaki çaresizlik yüzünden.
Ümit ümitsizlikle cenk eder aslında kale önünde. Asıl cenk odur. “Karahisar Kalesi yıkılır gelir” türküsünü bilirsin. Der ki orada ozan, “Kesme ümidini gadir Mevla’dan, gadir Mevla’dan”. Yani esasında nesnel şartlar itibarıyla vaziyet haraptır, vuslat hayaldir, firak muhakkaktır, ümit ışığı yoktur ama sen gene de kesme ümidini gadir Mevla’dan. Olacak gibi değil ama O dilerse olur. Sadece O dilediği için. Yoksa bizim işimiz bitmiş, çoktan Allah’a kalmıştır.
O türküde tam da benim hissiyatıma denk düşen bir bitaraflık var. Bir yalınlık, basitlik. Kalenin yıkılışından söz ederek başlıyor, bunu bir ah olarak alıyorum ben, bir garez, bir oh hatta. Kale yıkılmakta, çünkü yıkılasıdır da. Hangi kale ebediyen insanlara tepeden bakmaya devam edebilir ki? Kaleye bakmaz âşık, kalenin ihtişamına aldırmaz, iktidar, sulta peşinde değildir. “Kakülü boynuna dökülür gelir”. Bunun haber değeri daha yüksektir bir taş yapının yıkılışından. Sevgilinin kakülünün boyna dökülüşü bir kalenin yıkılışından daha müthiş değil midir gerçekten de?
“Ben bir koyun oleyim sen de bir guzu, meleyi meleyi getirek yazı, getirek yazı”. İşte bu. Koç değil, aslan değil, ejder değil, koyun ile kuzu. Uluya uluya da değil meleye meleye. Haykırışlar, naralarla da değil, usulcana.
“Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım”. Ancak gidilerek mutlu olunabilir bu diyarda. Mutlu aşk, ancak gidilerek yaşanabilecek bir şeydir. Kalınarak olunmaz. Kalınarak onlar gibi olunur anca. Kocanılır. Yitirilir gençlik. Ver elini karlı dağlar aşalım. Karlıdır dağlar, zorludur, ama aşılmaz da değildir. Aşarız ve o bizim bayramımız olur. Her el ele tutuşmamız bir bayramlaşmadır. Ver elini bayramlaşalım… Ah, ölüyorum ben bu türkülere. Türkülerden ötürü Türk olmanın meşakkatine katlanıyorum. Ayrıcalıklı bir şey sayıyorum hatta.
Kale ve ümit. Evde kalmış kızların ümit kapısı. Taliplisi çıkmayan kızlar diyelim, incitmeyelim yufka yürekleri. Yanlarında yaşlı bir kadın akrabaları, tutarlar kalenin yolunu. 550 basamaklı merdivenden nefes nefese 226 metre yükseğe tırmanırlar. Yaşlı kadının elinde bir kilit vardır, kilitli bir kilit. Onu kızın başının etrafında döndürür ve açar. Sonra kız da üç-beş kuruş bozuk parayı aşağıya fırlatarak, kaleden boşluğa bağırır: “Bahtım bahtım, altın tahtım, evlenecek vahtım!..”
Bu ritüelin en çok hıdrellezde yapılması ayrıca anılmaya değer. Hızır ile İlyas Nebi’nin buluştukları gün olduğu da söylenen ama aslında Türklerin kadimden beri yazın başlangıç bayramı olarak kutladığı hıdrellezin böyle bir bağlamda geçmesi cidden calib-i dikkattir yani. 6 Mayıs günü sabahın erinde eski bir şaman töresine hürmetle kaleye tırmanmak, Türklerin adaptasyon kabiliyetine dair de çok şey anlatır laf aramızda.
Kale tılsımlı, bir haftaya kalmadan elçileri akın edecektir kızın evine. Ayak basan nasıl ki yedi sene kalıyorsa, o hesap işte. Burada hassaten görmeni istediğim husus, bu iktidar abidesinin en gizli saklı dileklerimizi dile getirmek için bir mercie dönüşmüş olması. Askerî bir mekânı mabede dönüştüren güdüleri nasıl ele almalı acaba? Ümidi diri tutmak adına yol boyunca her bir ağacı dilek ağacı ilan etme tutumuna ne demeli? Keza kapının kemerindeki oyuğa dilek tutup taş atmak ritüeline de.
Tüm bunlarda şüphesiz ki şirkle akraba pek çok şey var ama öyle bir imbikten geçmiş ki şirkten arınmış, pirüpak olmuş. Pür tevhidî bir şeye dönüştüğünden değil, şirk kavramı artık kalmadığından. Şirk bir ihtimal olarak bile yok. Yapılan her işlem tevhide uygun, sorun yok havasında icra ediliyor her şey. Halk İslam’ının tabiatında var biraz, böyle bir mezhebi genişlik, rahatlık, liberallik. Kötü bir şey yapmıyorlar ki, sebeplere tutunuyorlar, yoksa veren de O, vermeyecek olan da. En müşrik âdetler bile tevhit boyasına boyanıyor ve kısmî şekil değişiklikleriyle Müslüman halkın âdetleri arasına katılıveriyor.
Ta 3350 sene evvel Hititler devrinde yapılmış kaleyi 1400 sene evvel dünyaya gelmiş Hazreti Ali’yle ilişkilendirmek de bu türden bir girişim. Ali, masal kahramanları için bile fazla mübalağalı olan bir tarzda atını dağdan dağa uçurarak bizim Afyon’a gelir. Kalenin bulunduğu o sarp kayalıkta konaklamak için dizginleyince atı Düldül ayağını sertçe basar ve o iz kayalıklarda olduğu gibi kalır. Atını bağlamak için dört parmağıyla vurarak kayada açtığı delik de hâlâ durmaktadır. Battal Gazi’ler nice çilelerle nihayet zapt etmeden önce halkın kalbinde kale böyle fethedilmişti muhtemelen. Müslüman Türk de Hazreti Ali’ye ait olan bir tepeyi gasıplardan alarak ehline teslim etmişti.
Benzer bir taşa vurup iz bırakma durumu başka bir Afyon efsanesinde daha geçer. Uzun bir zamana yayıldığı anlaşılan kalenin fethi sürecinde Türk askeri susuzluk çekmektedir. Etrafta temiz, sağlıklı su ararlar ama bulamazlar. İçlerinden Çavuş Dede, buradaki kayalıklardan birinin başına gelir ve birtakım dualar okuduktan sonra “Burada bir su olucak!” deyip kılıcını kayaya vurur. Darbeyi müteakip kayadan su fışkırır. Gayet içimli ve şifalı olan su ile askerler yorgunluklarını