Bülent Tokgöz

BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE


Скачать книгу

hastane inşaatı vardı Kızılay’ın, oraya yıllarını verdi, her türlü meşakkatini çekti. Sonunda inşaat bitip hastane faaliyete başlayacakken kendisine, “Gel Kaya Amca sana buradan bir oda verelim, bir de fotokopi makinesi alalım, harçlığın çıkar!” dediklerinde babam çok öfkelenmiş, “Beni menfaat peşinde koşan biri mi sandınız? Şimdiye kadar o gözle mi baktınız gayretime? Beni herkes gibi mi sandınız?!” diye çıkışmış, bir daha da kuruma gitmemişti. Sanıyorum o dönemde Kızılay genel merkeziyle ilgili çıkan yolsuzluk söylentilerinin de bunda payı büyüktü.

      Kızılay’ın benim bizatihi hikâyemde de özel bir yeri vardır. Abimle birlikte Kızılay kamyonetine biner, fakir mahallelere yardım dağıtırdık. Çay-şeker, şu bu… Bir poşet almak için ağlaşarak birbirini tepeleyen insanlar da olurdu, verdiğimiz yardımı “Bizim durumumuz daha iyi, bize değil, şunlara verin!” diyenler de. İşçi çocuğu olsam da ben yoksulluğu kendi hayatımda değil bu insanların hayatında tanıdım. Kitlelerin nasıl bir yokluğa mahkûm edilebileceğini, dünyanın nasıl acımasız bir eşitsizlikle yoğrulduğunu o kamyonetin sırtındayken kavradım.

      Babam fanatik bir Adalet Parti’li, Demirel’ci idi ama hep ezginler için çalıştı. Öldüğünde biri şöyle diyecekti: “Etrafımızda bir tek kişi yoktur ki kursağından onun ekmeği geçmiş olmasın!” Sivas’ın en zengin adamı da mezarı başında şöyle bir şahadette bulunacaktı: “Dünyanın görüp göreceği en dürüst adam bu mezarda yatıyor!” Şeref bende zenginliklerin en büyüğüdür ve ben babamın oğluyum. Velev ki Demirel’ci olsun.

      Kömürlük derdik, belalı bir muhitti, babam orada halasının yanında kalırken annemi görüp, abayı yakıyor. Dayılarım filan da hep vurdulu kırdılı adamlar, dünya çapında boksörler çıkarmış, boks federasyonunu da ellerinde tutan bir sülâle… Deli cesareti, babam annemi kaçırıyor, kızcağız daha 16’sındayken hem de. 8 yaş büyüktü kendisinden. Abisi gibi dururdu yanında.

      Annem küçük yaşta evlenmeden evvel kız kardeşlerine annelik yaparmış; teyzelerim annemden abla değil, “annemiz” diye söz ederlerdi. Çünkü anneannem, o günün şartlarında nadir görülecek bir şekilde dikimevinde çalışmaktaymış, evin yükünü anneme bırakarak. Ninem, şüphesiz bunu mecburiyetten yapmıştı, yoksa çok merhametli bir insandı. Bahçesi kediler, bakıma muhtaç hayvanlarla dolu olurdu hep. Bir defasında akşam iş dönüşü hapishanenin önünde ağlayan kimsesiz bir çocuk gördüğünde alıp eve getirmiş, haftalar boyunca da bakmıştı.

      Kocası şarapçıydı. Eski bir aşkın yarası depreşmiş, kendisini ucuz şaraplara vurmuş bir bedbin. Akşama dek at arabasıyla kömür taşıyor, akşamları da meyhanede körkütük sarhoş oluncaya değin içiyormuş. Meyhaneciler her gece dedemi at arabasına bir ceset gibi atıyor, atlar yolunu ezbere bildiklerinden evin önüne kadar geliyor, bunu gören bahçedeki kedi gelip kapıyı miyavlayarak tırmalıyor, anneannemgil de yataktan kalkıp kapıyı açıyorlarmış… Alkole meyil genlerimde var, soy ağacımın kökleri şarap mahzenlerine ve fıçılara uzanıyor.

      Annem babama karşı çok hürmetliydi. Ona sesini yükselttiğini hiç mi hiç duymadım. Korkudan değildi ama bu. Kavga etmezlerdi, hiçbir sıkıntılarını, gerginliklerini bize yansıtmazlardı. Babamın da anneme fiske vurduğu vaki değildi. Bize de. Öfkeyle azarlandığımızı dahi hatırlamam.

      Evin bütün ekonomisini annem yönetirdi. Babamın cebinde sadece çay parası olurdu. Bir de arada bir kafayı çekmek istediğinde rakı parası. Eve sarhoş geldiğinde dahi hiçbir tatsızlık yaşanmadan geçerdi gecelerimiz.

      Babamın en titizlendiği husus, akşam 5’te eve geldiğinde kapıyı annemin açması kuralıydı. Gündüz annemin nereye gittiğini, ne yaptığını sormazdı ama akşam o saatte mutlaka evde olmalıydı. Bir de kimin ne işi olursa olsun akşam yemeğinde herkes sofrada olmalıydı.

      Annemize saygılı olmamız bunların hepsinden daha ehemmiyetliydi. “Anneye ses yükseltilmez!” sözünü birkaç kez ama çok güçlü bir vurguyla söylemişliği vardı. Çünkü kendisi annesine doyamamıştı, anne kucağına. Babaannemin son gününde yanında akşamlamış, eve dönmek isterken ısrarı üzerine annesinin yanında gecelemişti. Aynı yatakta.

      Kendisi ölmeden önce de anneme birkaç kez sormuş, “Mezar için iki kişilik yer mi alayım, annemin yanında mı yatayım?” Annem de korkar bu tür ölü mevzularından, konuyu kapatmış. Annesinin yanında daracık bir yer vardı oraya gömdük. Orası olmasaydı abimle ben ninemin tam üstüne defnedecektik onu, annesinden ayrı geçen günlerin acısı birazcık dinsin diye.

      Ah Sivas, ah Kızılırmak… Çocukluğumu bir ırmak gibi anımsayışımı ona borçluyum en çok. Annemin bizi göz ucundan ayırmayan koruyuculuğuna rağmen kaçar kaçar giderdik. Nehir, o zaman adına yaraşır şekilde coşkun biçimde akardı, şimdiki gibi kuru bir dere görünümünde değildi. Soğan telisinden kendi imalatımız olan basma torla saatlerce su içinde kalırdık, çürüşürdü ayaklarımız. Yüzer, kıyısında gezinir, semaver yakar, piknik yapar, onun yöresinde olmayı ganimet bilirdik.

      Ememin ve halamın oğullarıyla. Halaya eme, teyzeye hala derdik biz. Teyze, aslında tam olarak arkadaşlarımızın annesi ve komşu kadınlar için kullandığımız bir tabirdi. Teyze oğluna ekmek arası bir şey yaptığında bize de bir sokum lokma hazırlar ve onları yanımıza alarak Kızılırmak’a veya Paşa Fabrikası dediğimiz mıntıkaya koşardık. Hali vakti yerinde olanların kebap sobası yanlarında olurdu. Yoksullar içinse orada bulunmak kâfiydi. Etli ekmek olmasa da olurdu.

      Bende en çok iz bırakan mekânlardan biri çermiklerdi. Şehre 40-45 kilometre uzaklıktaydı, yazın bir-iki ayı orada geçirmek âdettendi. Aileler gidip oraya çadır kurarlardı. Almancıların geniş dikdörtgen çadırlarına seyrek rastlanırdı, Kızılay’ın sivri uçlu çadırları tüm ovayı kaplardı. Zenginlerin aydınlanmaları için belediye ücret mukabili elektrik şebekesi döşerdi. Biz gaz lambasıyla geçirirdik geceleri ve bundan dolayı yoksulluğumuza şükran borçluyum.

      Sabah ezanında giderdik çermiğe. Çünkü havuzun suyu geceden boşaltılır, sabahın erinde taptaze su yerin altından fokurdayarak pırıl pırıl ve kaynar vaziyette havuzun duvarına usul usul tırmanırdı. Erken gelenler bu mucizeye tanık olmak ve tertemiz suyun şifasından nasiplenmek şansına sahip olurlardı.

      Havuz dediğim 20’ye 20 bir yerdi, öyle olimpik bir şey gelmesin aklına. Çocuklar su çırpıtırdı, oysa ki çermik âdabının ilk kaidesi su sıçratmamaktı. Çünkü namazdan gelen amcalar gazel okurlardı, insicamları bozulmamalıydı. Hamamda herkesin sesi güzel çıkarmış denirse de bizim hacıların sesleri gerçekten güzeldi. Tatlı tatlı sohbetler ederlerdi birbirleriyle. Öz dedeniz gibi samimiydiler size karşı da. Yabancı kimse yoktu, Sivas koca bir aileydi, orada yunar arınırdı kirlerinden.

      Yaşı kaç olursa olsun havuzdan çıkan gençlere ihtiyarlar ihtar ederdi: “Aldın mı abdestini?!..” O sudan abdest almadan çıkmak düşünülemezdi. Bu, gençlerin cenabet gezmemeleri için gösterilen ihtimamın göstergesiydi. Çermikten veya hamamdan dönüşte büyüklerimizin ellerini öpme âdeti ise bugün bile üstüne kafa yormaktan kendimi alamadığım bir ritüeldi. Gusül almış, arınmış gencin hayata yeniden başlarken atalarına bir tür biat tazelemesi miydi bu? Türk töresi idiyse acaba başka nerelerde yaşatılıyordu?

      Kimi 50 tane etli ekmek yaptırmıştır, poşet poşet getirir, kimi karpuzunu yarar ortaya koyar, kimi ayran dağıtırdı. İçecek soğuk su en büyük ihtiyaçtı. 8-10 kilometre uzaklıktaki Karlıpınar’dan itfaiye arabasıyla gelen su, hortumlarla musluklara bağlanırdı. Biz çocuklar gidip bidonlara doldurur ve çermiktekilere götürürdük. Bu çok efdal bir ameldi, çok dualar alırdık. Daha fazla dua almak için tepedeki patikadan 2 kilometre yürüyerek bizzat Karlıpınar suyunu bidonlarımıza