kimseyi hatırlamıyordu, ben hariç. Sadece beni gördüğünde bir isim zikretmiş oluyordu. Sonra Kadın-erkek, genç-yaşlı kimi görse Zülâl demeye başladı. Herkes Zülâl’di artık. Bunun sebebini birazdan daha iyi anlayacaksın; en çok beni dert etmesiyle ilgili bir durumdu bu. En küçük torununu dert edinmesiyle.
Beşerîlikten arınıp da meleksi bir bebeğe dönüşünce bazen ötelerden gelen mesajları insanlara iletircesine kelamlar dökülürdü ağzından. En azından benim için öyleydi: “Seni oraya gönderen Allah’tı!..”, “Başına gelen Allah’tandı, kimseye kızma!..” Hem de en düştüğüm zamanlarda söyleyecekti bunları. Tam da o günlerde.
Vakit birimleri iyice şaştı, vakitli vakitsiz, abdestsiz namazlar yerini yemek yemeyi unutmalara bıraktı. En son yutmayı da unuttuğunda onun için gitme vaktiydi. Annesinin yanına masum bir bebek olarak yatırıldığında herhalde hayatının en mutlu günüydü.
Anneannemin ise en kötü günü. Karı-koca gibi değil de iki asker arkadaşı gibi severlerdi birbirlerini, biraz kaba saba, gürültü patırtılı ve eğlenceli. Dedemin yanında onu severmiş gibi gözükmezdi hiç ama arkasından “Cemal’im!” der dururdu. Bir yere gidecek olsa boynu bükük kalırdı. Gizli gizli dedemin atletlerini kokladığına çocuk gözlemciliğimle tanık olurdum.
Aslını sorarsan ikisi de birer masal kahramanıydı. Bir aşk masalının iki kahramanı. Köyün varlıklı ailelerinden Hüsniye, köyün en yoksul ailelerinden Cemalgile gelin gider mi? Üstelik kendi ayaklarıyla kaçar mı?.. Kahramanca bir atılım. Köyün en güzel, en gözde kızı Hüsniye, işsiz güçsüz Cemal’in nesine kaçmış ki? Müstakbel görümceleri akranı ve arkadaşıymış, onlar ayartmış diyorlar. Cemal dedem kahvedeymiş; eve geldiğinde Hüsniye ninemi görünce şaşalamış ama “Hoş geldin!” diyecek dirayeti gösterebilmiş.
Anladığım kadarıyla Hüsniye, Cemal’in kalbindeki masumiyeti gördü. Köy yerinde peşinde gezişindeki, onu bir gölge gibi takip edip her duvar ardında söyleşmeye çabalayışındaki ısrarın samimiyetini anladı. Cemal’in sevgisini sevdi. Bakmadı başka şeye. Sevgi varsa varsın yoksulluk olsundu.
Gelgelelim annesi hiç de öyle düşünmüyormuş, kızını evlatlıktan reddetmiş, 30-40 sene. Hanim imiş annesinin adı, aristokrat, tam bir hanım ağa. Sert, mesafeli, mağrur bir kadın. Köylüler ona “Şeherli!” diyormuş. Çocukları gençliğinde de sevmezmiş. En sevmediği çocuk da bendim. Beni görünce şöyle derdi: “Zilli! Geldi yine!..”, “Zıbıkçı!..” Manasını bilmiyordum ama berbat bir şey olduğuna emindim. Büyüdüm, sözlükler karıştıracak yaşa geldim, cesaret edip de bakamadım. Baktığımda ise şöyle dedim: İnşallah büyük ninem bunun manasını bilmeden kullanmıştır.
Kızının yokluk içinde yaşamasına göz yummamış, gözünü direyip keyifle bakmış. Sonunda Cemal ile Hüsniye şanslarını denemek için şehre göç etmişler. Afyon uğurlu gelmiş gariplere, hâlleri git gide iyileşmiş, orta hâlli bir aile seviyesine yaklaşmışlar. Ninem annesi gibi biraz huysuz ama tatlı bir kadındı. Hep göz alıcı bir güzellikteydi. Ne çektiği ne çekeceği çileler onun neşesinden ve gülüşünden büyük hisseler götürebilmişti. Yıllardır şehirde yaşayan bütünüyle köylü bir kadındı. Köylülüğü küçümseyici bir sıfat olarak kullanır Beyaz Türkler ve bilumum beyazlaşmış İslamcılar dahi; ben asla küçümseyemem. Küçümsemek bir tarafa kentlilerden üstün gördüğüm çok yanları vardır. Sadece doğallıkları bile tüm kent kültürüne bin basacak ağırlıkta bir sıklettir benim için. Hüsniye ninem, gördüğüm hiçbir kentlinin hayalini kuramayacağı kadar doğal bir insandı. Nasıl çalışkandı eskiler, akıl alır gibi değil. Yorulmak bilmezlerdi. O nasıl bir evcimenlik, “işçimenlik”. Ekin-biçim işlerini hiç bırakmadı ninem, hep bir yerlerde tarlalar kiraladı, hasatlar topladı, götürdü çarşılarda sattı. Cemal dedemden daha iyi kazanıyordu hatta. Tarladan çarşıya, oradan eve, bazlamalar, gözlemeler, yufkalar… A kadın, sen yorulmaz mısın? Hayır, sesi kuşluktaki gibi şakrak, yüzü bayram günü gibi şen.
Çok konuşkandı. Küfürbazdı, “Ocağı sönmeyesiceler!” en adaplı sözüydü. “Eşşeğin şeyi!” derdi mesela. Şey yerine en galiz kelimeleri fütursuzca kullanırdı. Severdi belden aşağı konuşmayı. Ama kaba kaçmazdı, güldürürdü insanı.
Dindar mıydı? Galiba. Namaz kılardı evet. Ama sanırım yarım yamalak okurdu duaları. Bir sabah namazında hiç unutmuyorum, ezan okunuyordu, niyeyse uyanmıştım, o çocuk aklımla gidip uyandırmıştım: “Nine kalk, ezan okunuyor, namaz kıl!” Bana çıkışıp arkasını dönmüş, horuldamaya devam etmişti: “Kâhyası mısın?!..” Onun da ne dediğini çözememiştim ama büyüyünce en çok güldüğüm çocukluk anılarımdan biri olacağını daha ömrümün seher vaktinde anlamıştım.
Biraz da babamın tarafından bahsedeyim istersen. Çok hoş hikâyeler anlatamayacağım ama, kusura bakma. İnsanın köklerine inerken acı çekmesi, köksüzlük duygusunun bir türevi olsa gerek. Köklerime inerken köklerime yaklaşmıyorum, uzaklaşıyorum. Topraktan yolunuyormuşçasına acıyor varlığımın tüm kılcalları… Baba tarafım, benim en zayıf tarafım. Yumuşak karnım. Oradan vurdu beni hayat. Dünya. Her kimse o vurucu. On ikimden vurdu.
En kısa özeti yapmaya çalışacağım: Babamın babası, Fuat, kumarbaz. Kütahya’da mukim imişler, geniş arazileri varmış, çarşıda dükkânları; bu Fuat dedem, hepsini âlemde yemiş. Ben onu tanıdığımda bundan pişmanlık duymak bir yana, bir o kadar olup da harcayamadığı için eseflenir gibiydi. Günahtan pişmanlık duyacak bir tip değildi. Gözlerinde tüm dinlerce kınanan şeytanî bir zevkperestlik ve aldırışsızlık vardı. İmkânı olsa gene işret meclislerine gider, gene hafifmeşrep kadınlarla düşüp kalkardı. Vicdanı var mıydı bilmiyorum ama vicdan azabı hiç yoktu. Dünyaya kâm almak için gelmişti, alacağını istemiş, dünya da onu eli boş göndermemişti.
Kimseyi kendisiyle aynı şeyi yapmaya çağırmıyordu. Kendisini başka bir şeye, mesela tövbeye, nedamete, ibadete çağıran kimseye de kulak asmıyordu. Zevk ü sefaya giderken nasıl tebessümle gözlerden kaybolmuştuysa zikr ü taate çağrılırken de öyle kayıplara karışıyordu. Dünya didişeceği bir yer değildi. Sevişeceği bir yerdi. Bir de sarhoş olacağı.
Hayli ihtiyardı ama saçı bıyığı nasıl oluyorsa hâlâ gür ve alabildiğine siyahtı. Her hareketinde bıçkın bir delikanlı edası vardı ve cidden çok ama çok yakışıklıydı. Hatırımda ona dair hiçbir somut anı yok ama yıllar sonra Kütahya’nın Pınarları türküsünü dinlediğimde o eski hovardanın her hareketinin bu türkünün edasına büründüğünü fark ettim. Muhtemelen bu tür türküler eşliğinde demleniyordu ve yudum yudum içselleştirip tüm beden toprağını o ezgilerle suvarıyordu.
Karısı yani babaannem beş çocukla varlık içinde yokluk çekmenin ıstırabını nasıl hazmetmişti? Abartarak. Her şeyi ne kadar abartarak anlatıyordu. Bu gözüme çok batıyordu ve sebepleri üstüne çok düşündüm. Kadıncağız hayatındaki yetersizlik duygusunu hayatındaki her şeyi abartarak telafi etmeyi deniyordu. Sanki hiç kötü bir şey yaşamamış, hiçbir kötülüğe maruz kalmamış gibi, tüm itilmişliğini yok sayarak. Hayatta kalma refleksi olsa gerek bu… O da eker biçer, pazarda satarak çocuklarına bakarmış. Kocası o meyhaneden bu kumarhaneye gezip dururken. Sükûnet ve metanetle.
Kocasının tıpatıp aynısı bir oğul dünyaya getirmesi ise onun suçu değildi belki ama bizim cezamızdı. Hikmetini bugün bile anlamakta güçlük çektiğim bir ceza. Oğlu kocasının yaptıklarının aynısını, kat be kat fazlasını anneme yapacaktı ama o cefakeş kadın çıtını çıkarmayacak, onu da yok sayacaktı. Geliniyle duygudaşlık kurup yanında durmak yerine onu suçlayacak, fiilen oğlunun sırtını sıvazlayacaktı. Çünkü ona göre