Bir de medrese dediğimiz Çifte Mina-re’de nadir de olsa çay içmeyi severdi. Tekel 2000 elinden düşmezdi, onun içişini gören hocanın bu paketleri bedava aldığını sanabilirdi. Akşamları birer tek attığını kendisi söylemese de tahmin edebilirdin. Bir tek meyhanenin olmadığı Sivas’ta yaşamak kolay olmasa gerekti onun için. Özellikle ramazanlar tabii. Ama çok seviyordu Sivas’ı, enteresan biçimde. Çok samimi buluyordu insanını çünkü. “Beni buraya bağlayan bu samimiyet!” diyordu. Kendisi insanlarla gayet resmî ve mesafeli olmasına rağmen. İlk tayin olduğu yere âşık olmuştu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezundu. Bu kalıbı o kadar tekrarlardı ki hepimizin zihninde ülkenin doruklarında bir yere kurulu şato gibi bir yer canlanırdı. Orada Baykan Sezer diye biri vardı, binlerce yıldan beri orada profesörlük yapmaktaydı; Nejdet Hoca da onun şakirdi, tilmizi, hastasıydı. Ekoldü Baykan Sezer. Bizimki de onun Sivas koluydu.
Baykan Sezer şatodaki en soylu şövalyeydi. Galatasaray’lı, Sorbonne’lu olsa da buralı bir adam. “Namus ve erdem abidesi”, “Evrenselleşeceğiz diye haçlılaşacak değiliz!” diyen bir şövalye. “Batı karşısında dik duruş sahibi ilk sosyologumuzdu.” “Kendimize Batı’nın gözlüğüyle değil, kendi gözümüzle bakmayı öneren…” Yerli kelimesini Nejdet Hoca ondan öğrenmişti, biz de ilk defa kendisinden öğrenmiştik. Yerli malı haftası kalıbından başka bir cümle içinde geçtiğini duymadığımız kelimeyi sadece onun ağzından işitecektik. Bir de “Analitik tutum”…
Ondan aktardığı şu cümle ise edebiyat ve din kitaplarında dahi rastlamadığım bir ufuk açmıştı: “Şayet çözümü yoksa bir mesele mesele olmaktan çıkar, alınyazısı hâline gelir.” Şu hâlde sosyoloji, toplumun kaderi üstüne düşünmek, insanın kaderi üstüne düşünmekti.
Nejdet Hoca aslında üniversitede kalacakmış, Baykan Sezer kendisini çok seviyormuş, asistan olarak alacakmış ama işler umulduğu gibi gitmemiş. Babasını zaten erken yaşta kaybetmiş hoca, annesi hasta düşüp bakıma muhtaç olunca Ankara’ya dönmek zorunda kalmış; asistan olma hevesi kursağında kalmış böylece. Annesini de kaybedince bir daha dönememiş İstanbul’a. Öğretmenliği çıkmış, ilk tayin yeri Sivas’mış; valizini alıp gelmiş. Sivas’ın tırmanıldığında yedi sene kalınmak zorunda olunan bir kalesi olmasa da kalmıştı işte.
Elit tarzının nereden kaynaklandığını da görebiliyorsundur sanırım. Adam, taşrada bir lisede öğretmendi ama İstanbul Sosyoloji amfisinde konferans verdiğinin hayaliyle geliyordu okula. Karşısında ergen hergeleler değil, Hergele Meydanı’nda ateşli tartışmalar yapan idealist gençler vardı. Öyle görmek istiyor, görüyordu.
Kitap hayatının kalbiydi. Bizim de hayatımızın kalbi olsun diye kütüphane deposundan, milli eğitimden, İstanbul’daki sahaflardan, bir yerlerden bulup buluşturup benim gibi birkaç öğrencisine klasikleri taşıyordu. Hemen tamamı MEB kitaplarıydı. Sanırım solculuğu başına iş açmasın diye böyle yapıyordu… Kitapların hepsi tercümeydi. Yerli kelimesine bu denli odaklanmış biri bile bize yerli kitap getiremiyordu, bu işte bir gariplik, bu ülkede bir gariplik vardı.
Yerlilik bahsinde bu kadar sınıfta kalmış bir ülkede ciddi bir mütercim sorunu olduğunu da çok erken idrak etmiştim. Bazı kitapları daha ilk sayfada bırakacak olmak ile son sayfaya dek bir solukta içmek arasındaki fark büyük oranda yazarlardan değil mütercimlerden kaynaklanıyordu. Mütercimler kitabı çevirmiyor, ikinci bir kez yazıyorlardı… O kadar çok tercüme okumuştum ki çevirmenin yazara ihanet ettiği kısımlarda tahayyül gücümle kitabı ikinci bir defa çeviriyor, üçüncü defa yazıyordum. Mütercimler, benim sevgili müstakbel meslektaşlarım, bazen bir köprü, bazen de birer barikattılar. Dillerinden ve hâllerinden anlamak gerekiyordu.
Bir gün bir kitapla karşılaştım ve hayatım değişti. Nejdet Hocanın kucağıma emanet ettiği kitaplar arasında her bakımdan diğerlerinden farklı bir eserdi. Hepi topu 64 sayfaydı. Ali Şeriatî adını ilk kez duyuyordum, şeriat lafzını Nejdet Hocayla yan yana getirmekte zorlandığımdan kitabın bir yanlışlık eseri bana kadar ulaştığını sezinlemiştim. Sonradan anladığıma göre cidden hataen araya karışmıştı. Kitap yazılmamıştı üstelik, bir üniversitede, Abadan’daki petrol fakültesindeki öğrencilere verilmiş konferansın metne aktarılmış hâliydi.
Doktor Şeriatî “Sizi rahatsız etmeye geldim” diye başlıyordu söze. Tıpkı Sokrat gibi. Bu, onunla aramda ikinci şifre gibi belirdi. Kitabın adı ilk özel şifremizdi: İnsanın Dört Zindanı. Bana doğrudan Eflatun’u, mağara alegorisini ve zincirleri anıştırmıştı. Neydi insanın dört zindanı peki? Tabiat, tarih, toplum ve benlik. İnsan bu dört zindanda Eflatun’un mağarasındaki miskinler gibi prangalıydı. Ben Şeriatî’de de o sıkışmışlığı ve sıkışmışlığa itirazı hemen keşfettim. Biz aynı ruh sancıları duyan özel insanlardık. İki insan vardır diyordu kendisi de; biri biyolojinin sözünü ettiği insan, diğeri de şiirin ve dinin.
İnsan, tabiat zindanından alet yaparak, tarih zindanından gerçeği keşfedip yükleri atarak, toplum zindanından el âlem ne der putunu kırarak kurtulur. Zindanların en zoru ise benlik zindanıdır, insanın kendisidir. Oradan bilimle kurtulamaz çünkü bilim de tutsaktır, nihayetinde bir tutsağın elinden çıkmadır. İnsan benlik zindanından ancak aşkla çıkabilir. Aşk. Ben o kelimeyi de bir sosyologdan öğrendim ilkin. O gün sosyolog olmaya, İstanbul Üniversitesi’ne gitmeye karar verdim.
Aşk aradığım kelimeydi. Hayatım boyunca arayacağım şeyin adıydı. Şeriatî’nin hangi manada kullandığına bakmaksızın ben kendi keşfimi yapmış ve benlik zindanımın anahtarının nerede olduğunu öğrenmiştim. O aşkı karşılıksız feda manasında kullanıyordu, insan o vakit özgür ve yüce olma aşamasına erebilir diyordu; bense daha ilk satırlarda kendi aşk tanımımı yapmıştım: Aşk tanımsızlıktı. O kadar muhteşemdi ki tam olarak ne manaya geldiği bilinmeksizin bile insanı en karanlık zindandan kurtarabilirdi. Onun sırrı tanımlanamaz oluşuydu. Onda feda vardı ama fedanın ötesinde bir oluş ve buluş hâliydi. Erişilen bir makam değil başa gelen bir hâldi. Başıma gelmesi için aranıp duracağım hâl.
Şeriatî hakkında hiçbir şey bilmiyordum, öğrenmem yıllarımı alacaktı. Kitabının çok yanlış öncüller içerdiğini, tabiatın da tarihin de toplumun da benliğin de zindan olduğu kadar birer imkân ve yurt olduğunu öğrenmem de yıllarımı alacaktı. Devrimci gerekler için alelacele hazırlanmış bir tezdi Şeriatî’ninki. Yine de benzeşleri arasında en insancıl, en romantik ve evrensel olanıydı. Sartre onun hakkında diyordu ki: “Bir tanrıya inansaydım bu Ali’nin tanrısı olurdu.” Ben de İslamcı olsaydım bu Ali Şeriatî’ninki türünden bir İslamcılık olurdu. Endişeli, eleştirel ve evrensel. Batı’ya vakıf ama bağımsız. Cemil Meriç’in tabiriyle de “kilisesiz”. Bir Vatikan’a biat etmeksizin. Diz çökmeksizin kerameti kendinden menkul papalar karşısında.
Demem o ki Şeriatî hangi kusurlu tezi taşırsa taşısın beni aşkla tanıştırmıştı. Ve din’le. İlk kez onunla din alışılageldik kalıpların dışında, gerçekten anlaşılmaya ve yaşanmaya değer bir şey gibi gözüktü. Sivaslı olduğum, Sünnî ve Türk olduğum için bir dinin içine doğmuştum ama o doğduğum dünyayı keşfetmek ve içselleştirmek için Şeriatî gibi aykırı bir zekânın itmesine ihtiyacım vardı. Benim İslamcılığım bundan ibaretti. Zaten içine doğduğum dini farklı bir bağlamdan, dolayımdan hareketle anlama çabası, hepsi bu. Yer yer onlarla kesişiyordum ama ben hep kendi yolumca yürüdüm. Daha kadim, daha emin, daha az ideolojik, daha az modern olan, daha otantik bir yoldan. Kalabalıklarca da pek tercih edilmeyen, ince, sarp patikalardan.
O patika beni imana ve Mümin’e götürecekti nitekim. Aylardan mayıstı, lise sondaydık, derslerden ve yaklaşan ÖYS sınavından dolayı yorgunduk, kaçacak