Bülent Tokgöz

BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE


Скачать книгу

yaşında büyük ablamı, 17 yaşında ablamı, 20 yaşında da beni doğuruyor annem. Ta nişandan itibaren dikiş tutmayacağı belli bir ilişki için fazla hızlı ve verimli bir sonuç. Senelerce didinmelerine rağmen çocuk sahibi olamayan mutlu evlilikleri gördükçe mikrobiyolojinin kanunlarının çok matrak olduğunu düşünürüm.

      Annem, abi dayağından kaçarken koca dayağına yakalanmış. Dayım yoktan yere çok hırpalarmış annemi. Dünya evine girince görevi babam devralmış. Ben annemin karnındayken tanışmışım dayakla. Erkekle. Erkeğin gadrine ben dünyaya gelmeden önce uğramışım.

      Dayak, üstüne üstlük yokluk. Adam kazandığını nerede, nasıl yiyor bilinmez ama eve geldiğinde eli boş geliyor ve metelik koklatmıyor anneme. Şöyle anıyordu annem o günleri: “Bir şey bulursam size yedirirdim, ben aç yatardım. Çok aç geceledim, çok aç yattım. Ama bunun normal bir şey olduğunu sanırdım. Derdim ki evlilik demek ki böyle bir şey. Kocalar böyle oluyor. Yapacak bir şey yok!..” Bir komşumuz varmış, akşam yemeklerine çağırırmış; annem “Karnım orada doyardı” diyordu.

      Alıp başını gidesi vardı annesigile ama dayım onu öldürür diye korkuyordu. Annesi de sahip çıkar bir havada değildi, baş eğmesini öğütlüyordu. Şu var ki annem çocukları olduktan sonra hayırsız kocasına dikilmeye başlamıştı. Dişli bir kadındı, çatır çatır mücadele etmesini öğrenmişti ama korkuyordu da. Babamın geldiği her gün evde hepimiz can havline düşerdik. Biz yani tüm kadınlar. Annem hepimiz için en önde savaşırdı. Biz sadece o gece nasıl kaybedeceğimizi merak ederdik. En az hasarla, morartıyla atlatması için.

      Devrilen sofralar, duvarlarda patlayıp saçılan kavanozlar, kırılan sandalyeler. Ben sadece tokat hatırlıyorum. Serinkanlı bir edayla atılan, asker döver gibi, sert tokatlar. Ablalarım sonradan “Tekmelerdi annemi, hatırlamıyor musun?!” diye soracak ama ben hatırlamayacaktım. Sanırım bünyem sadece o kadarlık bir acıyı kaldırabileceği için hafıza deposuna sadece o kadarını atıyordu, fazlasını unutuş değirmenine yolluyordu. Orada öğütüldükten sonra ne yapıldığını bilmiyorum.

      İçkili hâlini hiç görmedim babamın. Annem ondan nefret etmemizden memnuniyet duysa da o hâlde görmemizi istemiyordu. Sarhoşsa mutlaka odasına kapatmanın bir yolunu bulurdu. Babam da sarhoş hikâyelerinin çoğunda olduğu gibi içtiğinde saldırganlaşmazdı. Sarhoşluk ateşkes sebebiydi. Yatak odasında sessizce sızmasının bir mahzuru olmadığı hususunda tüm taraflar mutabıktı.

      Abisi, bunu bal gibi bilirdi ama sırf kendi evliliği zarar görmesin diye kız kardeşinin ve yeğenlerinin zulüm altında susmasını istiyordu. Dindar dayıcığım! Öte tarafta hesap-ceza gününde senin bütün namazlarını bile bana verecek olsalar bir tekini bile almam. Hepsi senin olsun. Bize cehennemi yaşattın, var git cennetine, senin amellerinle gireceğim bir cennete dahi talip değilim.

      Annemin gözünün içine bakardım. Oradan okurdum tüm gelişmeleri, gidişatı. Azalan ve artan oranlarda hep endişe, korku ve mutsuzluk vardı. Bir gün şiddetli bir kavga yaşandı, darp, küfür-kâfir, feryat figan. Muzaffer kumandan ganimet olarak bizim yüzlerimizdeki korkuyu da alarak evi terk ettiğinde annem ilginç bir şey yaptı: Ertesi gün babam geldiğinde gardıroba saklandı. Evden kaçmış havası vererek. Babam geldi, eve baktı, biz sus pus ona bakıyoruz, sormadı bile anneniz nerede, bir şeyler yedi içti, çıktı gitti… Annemin o gardıroptan çıkışı yaşadığı en gurur kırıcı hezimetti.

      Bir gün, yedi yaşındayım, valizi topladı, ablalarıma dedi ki “Siz okulunuza gidin!”, bir eline valizi aldı, bir eliyle de elimi tuttu, çıktık. Bana hiçbir şey demedi, sessizce yürüdük. Gene yüzüne baktım, gitmek istiyordu ama bir yandan da keşke bir şey olsa da geri dönsek diyordu. Terminale vardık, bank gibi bir şeyin üstünde otururken iyiliksever komşumuz çıkageldi, bir şeyler söyledi, direnmedi annem; gene bir elinde valiz, bir elinde ben, geri döndük… Annem bunları hatırladığımı bilmez, ben de hatırlamıyor gibi yaparım hâlâ; bir kez daha üzülmesin diye.

      Babamla iletişimimiz yoktu, sıfır temas, sıfır diyalog. Suçumuz dişi olmaktı. 44+XY yerine 44+XX, hepsi bu. Annemizin rahmindeki zigotun hangi kromozoma denk geldiğine bağlıydı her şey, pamuk ipliğinden daha ince ihtimallere. Böyle buyuruyor Embriyoloji. Farkı tayin eden Y kromozomudur ve işe bak ki o da erkekten gelmektedir. Y gelmeyince dişi olduk. Anlayabiliyor musun farkı, oluş hâli erkeğe özgüdür, dişilik hâli bir olamayıştır esasında. Olamadığımız için dişiyiz bizler.

      Y’nin gelmemesi veya gelmesi, işte bütün mesele bu. Bir tek kromozomluk fark enikonu. Hormonal farklılaşmalara, içte ve dışta organik ayrışmalara yol açan bir zerreciğin cirmine, cürümüne bakar mısın? İğne ucu kadar olmayan şey, tüm dengeleri alt üst edebilen bir manivelaya nasıl dönüşebilir, akıl alır gibi değil?.. O hayırsız Y gelseydi erkek olacaktım, olanların hiçbiri olmayacaktı, sırlarım da olmayacaktı. Vermemiş Celâl, neylesin Zülâl.

      Çok erken yaşta başlar dişilerin sırları. Kiminin hatırlayamayacak kadar erken. Benimkiler o kadar erken dönemime ait değil neyse ki. Dişi olmak maruz kalmaktır. Erkeğe maruz kalmak. İyi yönleri varsa şayet, en kötü yönüne maruz kalmaktır hem de. En kösnül, yağmacı ve gaddar. Bir kötülük tanrısı olsaydı yaratacağı erkek olurdu. Bunu tüm içtenliğimle söylüyorum: Erkek bütün kötülüklerin anasıdır.

      Babam bir istisna olmak için elinden geleni yapmış biri değildi. Eğer ki denemişse vazgeçmişti. Bir ayyaş çocuğu olarak doğmamıza vesile olmanın utancıyla belki, somurtuktu yüzü hep. Üstelik bir tek Y kromozomunu bile çocuklarına aktarmayı başaramamıştı. Eve sadece uyumak için gelmesinin sebebi, bizim dişil yüzlerimizi görmemek içindi sanırsam… Baba, hayatımdaki en büyük boşluktur. Öyle bir boşluk ki içi tıka basa kahredici bir kahır, mihnet, hınç, yalnızlık ve umutsuzluk doludur.

      Bizimle bir dünyası yoktu adamın. Kiminle nasıl bir dünya kurmuştu bilmiyorduk ama bizimle bir dünyası yoktu. Sık sık elektriklerimiz kesilirdi; sobamız da bizim kadar açtı; dördümüz battaniye altına girip ısınmaya çalışırdık. Dayımla halam, Hüsniye nineme baskı yapıp bize yardımda bulunmasına mani olurlardı. Direnmeyelim, teslim olalım, böylece zorbanın zaferi hep birlikte sülalece kutlanabilsin. Hint filmlerine rahmet okutan bir senaryoda açlıktan nefesi kokan ve donmak üzere olan figüranlardık.

      Gitti bir yıl gelmedi, 1 yıl; sonra hiçbir şey olmamış gibi geldi, kaldığı yerden devam etti zorbalığına, tiranlığına. Bir gün araya girdim, çok garip değil mi, ilk kez kavgaya atıldım, tokatlanan annemin önüne geçip babama var gücümle bağırdım. Ne dedim hatırlamıyorum ama evin savaş tarihindeki en özgün sahneydi. Tüm taraflar silah bırakıp donakaldı. Sonra babam kendini toparlamaya çalışarak şöyle dedi: “Sen bana bunları söyleyemezsin, bana baba bile demiyorsun!..”

      Babamdan duyduğum en müşfik sözlerdi bunlar. Meğer ne kadar da incitmişim onu baba bile demeyerek. Kızım bile demeyerek incittiği canları göremeyecek denli bencilliğin gayyasındaki bu adama hiçbir dilde hiçbir kelam tesir etmezdi. Ne beşerî ne ilahî. Babası gibi varını yoğunu zevk ü sefa için harcamaktan başka bir gailesi bulunmuyordu ki.

      Varı, üç kuruşluk maaşıydı, yoğu da bizdik. Bizi çoktan harcamıştı. Başka kadınlarla annemizi aldattığını anlayacak yaştaydık artık, ablalarım daha çok anlıyor ve ondan daha çok nefret ediyorlardı. Ve bu yüzden daha asabi, daha gergin ve bedbaht idiler. Tez elden evlenip zulümden kurtulmak istemeleri bundandı. Bu telaşla yepyeni zorbaların boyunduruklarına girme pahasına. Ah gülmemişlerim, ah bahtı siyahlarım.

      Anne acizliktir. Hiçbir işe yetişememek, hiçbir yaraya merhem olamamak, hiçbir arzusuna nail olamamaktır. Onu en sessiz hâlleriyle hatırlamak istiyorum, en sakin ve mesut. Sofra bezinin üstünde fasulye çitlerken veya dolma doldururken, namaz kıldıktan sonra tespih çekip avuç