bariyer de yoktu. Derken önümüzdeki emektar bir Murat 124, yarı uykulu tefekkürümü tasdik etmek için direksiyonu aniden yolla çay arasındaki yamaçtan aşağı kırdı. Hiç frene basma gereği duymaksızın araba gözlerimizin önünde tepeden yuvarlanan bir tekerlek gibi çayın içine balıklama daldı.
Minibüsümüzün şoförü arabasını hemen sol tarafa, dağın dibine çekip aşağı atladı. “Eyvah!” diye feryat ederek “Kelkit Çayı aldığını vermez! Gitti adam!..” Buna rağmen şu telaşı bile ufak da olsa bir umut işaretiydi. Tam da suların coştuğu zamandaydık, Murat 124 Bermuda Şeytan Üçgeni’ne kapılmıştı sanki, bir tek hava kabarcığı dahi gözükmüyordu. Bu gidişle kısa zamanda Karadeniz’e kavuşurdu, yoldan gitse kavuşacağı vakitten bile erkence.
Mihmandarımız olan arkadaş, Mustafa, en hızlı koşanımızdı. Bizi o davet etmiş olmasa o kaza olmayacakmış gibi bir hissiyatla hareket ettiğini sezdim, arkasından yetişip arkadaşım senin suçun değil ki, biz bugün buradan geçmeseydik de o Murat 124 bu sularda sürükleniyor olacaktı demek geliyordu içimden. Bu yüzden koşuda ikincilik benimdi; nereye kadar koşacaktık bilmiyorum ki, Karadeniz’e kadar mı? Virajı çayla beraber aldığımızda coğrafya soruma cevap yetiştirdi: vadi burada genişlemiş, dar bir ibrikten dökülen sular burada leğen içindeki gibi yayılmıştı.
Çayın yanına indiğimizde hiçbirimizde tek hecelik nefes kalmamıştı. Gözlerimizi açmış, avcılar gibi sudaki en küçük bir alamete kilitlenmiştik. “İşte!” diye bağırdı biri, minibüsteki diğer yolculardan biri. “İşte” kelimesi üstüne düşüncelere daldığımı hatırlıyorum şu an. Bu gösterme zarfının kökü neydi, bu kadar hayatî bir muhtevayla tarihte kim bilir kaç kez bu şekilde nida edilmişti.
“El ele tutuşup zincir olalım, yakalayalım onu!..” Minibüs şoförü zincirin ilk halkası oldu, çayın ortasına kadar adım adım ilerledi. Bir gün kendisi de bu sulara düşerse böyle gayretkeş birilerinin imdadına mazhar olmak ümidiyle veya sınıfsal bir dayanışma ile mi bunu yapıyordu?.. Hep bu okuduğum kitaplar bana sorduruyordu bu gıllıgışlı soruları. “Ahan da yakaladım kemerinden, çekin gardaşlar çekin!…” nidası ile kendimle konuşmama son verebildim.
Askerliğini sıhhiye olarak yapmış sıhhati hiç de yerinde gözükmeyen yaşlı bir amca, adının Hacı Murat olduğunu tahayyül ettiğim mutsuz adamı uçuruma ters yatırıp karnındaki suları kusturdu, kalp masajı yaptı, suni teneffüs bile yaptı besmele çekerekten. Hacı Murat çok istekli olmasa da hayata döndü, kesin dönüş işlemleri için onu minibüsümüz tam gaz Koyulhisar devlet hastanesine yetiştirdi. Acil’in önünde sıralanmışken hepimiz altını ıslatmış oğlan çocuklarına benziyorduk, hemşireler ve hastalar bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı.
Mustafa’nın keyfine diyecek yoktu. Bizi bugün bu geziye getirmese Hacı Murat soluğu Karadeniz’de alacak, bir daha da veremeyecekti. Kelkit Çayı’nın elinden can almak az bir nam değildi ve bizim acemi izci ekibimize nasip olmuştu. Mustafa oracıkta hemen bir dükkândan ekmek ve nevale alıp arabacıyla anlaşarak bir an evvel yaylanın yolunu tutmaktan yanaydı, “Elbiselerimizi orada ateş yakarak kuruturuz, burada nere gidelim?!..” Eğriçimen Yaylası’na elbise kurutmaya gidiyorduk şimdi, başka bir gayemiz yoktu. Belki de sadece bunun için çağrılmıştım, Hacı Murat’ı çaydan çıkarmak için.
17 kilometre sonra, son teker izine kadar sıdk ile gidip durdu arabacı. Mayıs ayından birdenbire mart ayına dönmüş gibiydik, zatürre olmamak için elimizi çabuk tutmak zorundaydık. Çalı çırpı için dağın eteklerinde dördümüz dört yöne dağıldık. Kimimiz avucunda kıymıklarla kimimiz de bir ster odunla dönüp merkezde buluştuğumuzda sıra çalıları tutuşturmaya gelmişti. Mustafa oymakbaşı sıfatıyla ceketinin cebinden çıkardığı çakmağa asıldı.
Çakmak fiilinden oldukça uzak bir yüklemle yetindi elindeki nesne. Tıka basa gazla doluydu ama taşı Kelkit Çayı’nın azizliğine uğramıştı. Mustafa sinirle yere fırlattı, bir taşı nişanlayan çakmak aksamlarından daha fazla parçaya bölündüğünde hepimizin sinirleri gerginlikten kopmak üzereydi. Henüz kimseciklerin gelmediği bir yaylada donmak için mi çağrılmıştım?
“Şu karşı tepedeki sürünün yanına gidelim, çobanda ateş vardır.” Kışlık yakacağımızı orada bırakıp karşı tepeye göç etmek zorundaydık. Behemehal. Ekmekleri ve nevalenin bulunduğu poşetleri alan iki arkadaş artçı temposuyla yürüyordu. Mustafa gene birinciydi, ben gene kafamda tuhaf analitik düşüncelerle ikinciliğimi koruyordum. Tepeye yaklaşmıştık ki Mustafa birden birinciliği bana bırakarak ters istikamete doğru sabahki koşusundan daha hızlı bir yarış başlattı. Peşinden ona bakarken benim tarafa doğru bakan diğer ikisi de gaipten komut almışçasına arkalarını dönüp tepeden aşağı dörtnala koşar oldular. Ben kaçamayacak kadar dalgın biri olduğumun bilincine daha önce ermiş miydim, benimle hızlı kaçanlar arasındaki fark temelde neydi diye gene derin düşüncelere dalayazmıştım.
Arkamı döndüğümde Serengeti düzlüklerinden kaçmış bir aslan, ağzını açmış yamaçtan aşağı üstüme atılmak için kalan son birkaç on metreyi bitirmekle meşguldü. Bu gördüğüm en büyük aslandı, tüm Afrika’yı bile dolaşsam bundan daha büyüğünü göremezdim, direnmek, karşı koymak gibi bir seçenek bu fizikî evrende mevcut değildi. Aklıma gelen bir tek öğüt vardı, kimden nerede duyduğumu hatırlamasam da: Yok saymak, köpeği ve saldırısını olmamış kabul etmek…
Başkaca bir eylem nafile çarık eskitmekti ve de mecalim yoktu zaten. Yere çöküverdim ve ceketimin cebindeki kitabı açıp okumaya başladım. Okur gibi yaptım daha doğrusu. Nejdet Hocanın emaneti Sadi’nin Bostan’ı birazdan ya kanıma boyanacaktı veya hayatımı kurtaracaktı.
Aç aslan kafamı ham etmek için çenesini 180 derece açmıştı, ağzının içindeydim sanırım, okur gibi yaparken hatırıma gelen tek şey kitapta geçen bir mısraydı: “Bu nasıl memleket, taşları bağlamışlar, köpekler serbest!?..” Hikâyenin tamamı ise şöyleydi hülasaten: Şair zamanın hükümdarını yeren bir şiir yazmış, hükümdar şairi saraya çağırtmış, hesap sormuş, ceza olarak da elbiselerinden soydurup çıplak vaziyette dışarı salıvermiş. Soğuk kış gecesinde titreye titreye bir köye girmişken köpeklerin saldırısına uğramış şair. Yerden bir taş alıp atmak istemiş ama don olduğundan taşı yerinden oynatamamış. İşte orada söylemiş: “Bu nasıl memleket, taşları bağlamışlar, köpekler serbest; eşkıya düze inmiş, yiğitler derdest!..”
Aslanın iki çenesi arasında Zahit de derdestti. Korkunç hırıltıları tek satırından başka hiçbir yeri anlaşılmayan Sadi’nin beyitlerini susturuyordu. Tüm kâinat susmuştu, sadece bir köpek öfkeyle kulak zarımı yırtacak şekilde hırlıyordu. Orada tanıdım işte onu. “Dağ!.. Gel oğlum buraya, bırak onu, geh geh geh!..” Sırtımdan dağ kalktı sahiden de.
Dağ adı layık görülmüş kangal, yamaçtan yukarı beni yemiş de karnı doymuş gibi neşeyle koştu, kuyruğunu beyaz bayrak gibi sallayarak ve adamın bacaklarına sırtını sürterek itaatini belli etti. Yaşıyordum. Hacı Murat da ben de fazladan yaşıyorduk bugün. Elimde Sadi, tutup öpesim vardı kitabı, mübarek şairin elinden öper gibi. Adam yanıma gelip elini uzattı, “Galh gardaş gusura bahma, kangallar için sürüyü korumak esastır malûm, hoşgör!..” Ayağa kalktığımda kitapla da tokalaşmak ister gibi elini uzattı. Verdim. Ne anlayacaktıysa Allah’ın çobanı. “Bostan ha?..” dedi. “Şirazlı şair demin seni görseydi eseriyle nasıl da övünürdü? Kendisi de bu tür hayatî tehlikeler yaşamıştır muhakkak. Nizamiye medresesinde okurken Moğol istilasından kaçıp onlarca yıl Hicaz’da, Şam’da, Mısır’da dolaştı, az değil. Oralarda derlediği hikâyeleri kitaplaştırdı işte. Moğolların istemeden de olsa insanlığa bu türden katkıları da olmadı değil…” Demin