hakkında. Sonradan suskunlaştım, durgunlaştım. Bu durgunluğum benim varoluş tarzım, başkası gelmiyor elimden. Belki bir mucizeyle sıyrılabilirim bu sükût orucundan. Bir aşk ezanıyla. Ah min’el-aşk… Gene suskuya bürünesim geliyor, dilimin bağı senin yanında bile tam çözülmüyor Zahit.
Kendimi bildim bileli bir duygusal tükenmişlik vardı bende. Mecalsizdim, yaşamaya mecalim yoktu. Buzlaşıyordum. Babam eve adım atar atmaz kanım donuyor, ufacık varlığım buz kesiyordu. Ağlamıyordum, bunun bir faydası olsa anneme olurdu. Büyük bir savurganlıktı gözyaşları cidden. Sızlanmıyordum da. İnsanı çok çirkinleştiriyordu bu, özellikle de kadını. Dudaklarını büzmemeliydin, bozulmamalıydı zarafetin. Güzelce susmalıydın.
Dişlerimi sıkmama ve kollarımın uyuşmasına karşı ise bir tedbirim yoktu. Dilimin uyuşmasına karşı da. Neyse ki bunlar dışarıdan pek görünmüyor, belli olmuyordu. Sükûnetimin arkasında fırtına öncesi ve sonrası tedirginliğimi saklayabilirdim. Ağız sağlığım gençliğim boyunca felâket idiyse sebebi o diş sıkmalardı. Dişçi koltuğunda çektiğim her acının en kötü yanı o günleri mecburen anmaktı. Yine de en berbatı o uyuşmaydı. Büyük bir savunmasızlıktı uyuşma. Bak gene geri geldi bile. Kollarımda ve dilimde… Bana bir su alır mısın Zahit?
Kızları erkence evlendi, ben de kocaman oldum, ergen kızdım, annemi boşanması için cesaretlendirdim. Hem fiilen hem kavlen. Gerçekten de tek celsede boşandılar, aynı evdeki bu iki yabancı, bu iki can düşman, birbirinden azat oldular ve herkes bunun müsebbibi olarak beni gösterdi. Anneannemden dayıma, babamdan komşulara kadar herkes. Bense bununla gururlanmadım ama gocunmadım da. Ben annemin yanındaydım ve annemin boşanması gerekiyordu. Hepsi bu.
Annemle baş başaydım şimdi. Zorba gitti yaşasın özgürlük! Öyle san. Annenin şiddetinden beni kim koruyacaktı peki? Biz çocuklar babamızdan doğrudan şiddet görmemiştik ama annemiz cidden öldüresiye döverdi baştan beri. Sudan sebeplerle. “O bardağı niye oraya koydun!..” Bu vahim kabahat, doğrudan suratına inen sert darbelerin, en ağır hakaretlerin mazereti olabilirdi. Annemin küfürleri can yakıcıydı, anneanneminkiler gibi değil.
Ablalarım gibi onu yargılamaya kalkmadım, anladım onu. Bize “Niye gülüyorsunuz!?” diye çıkıştığında, gülmeyi sevmediğinde onu anlamam gerektiğini anladım. Mutsuzluğundan ötürü kendini temizliğe vuruşunu da. Bu bıktırıcı titizliğinin, tertip düzen hastalığının mantığını da. Ablalarımla parmak ucunda geçerdi günlerimiz annemizin yanında… Şimdi tek başıma bale yapıyordum evde.
Benim bu yargısızlığım, sorgusuzluğum büyüyünce de devam etti. Kimseyi ne suçladım ne de kınadım. Dinledim, anladım ve sustum. Bu yüzden büyük hatalar yapıp günah çıkartmak isteyen herkes en çok bana geldi. Kötü haberler en evvel bana iletildi. Çünkü şaşırmam ben, infiale kapılmam, olağan karşılarım. Bu da muhataplarımın arayıp da bulamadıkları bir normalleştirmedir. Onlara yaptığım bir iyilik değildir bu. Elimden başka türlüsü gelmediğindendir.
Boşandıktan sonra daha huzurluydu. Daha sakin, iyimser, gülümser. Gerçi hâlâ geçmişe bakamazdı. Geri dönüp bakmak, annem için boynunun kırılması kadar acı verici bir eylemdi. O yüzden ben de sevmem aslında geçmişe bakmayı. Uzun yıllar içten içe yaptım hesaplaşmamı ve o defterleri kapattım aslında. İnan senin hatırına şimdi deşiyorum kapanmış yaralarımı. Kimse için katlanmazdım buna. Çünkü yaranı göstermek zayıflıktır. Bir daha iyileşemeyebilirsin. Dilediği an kanatabilir dostun.
Annem çalışmaya başladı, annesi gibi pazarda bir şeyler satarak işe koyuldu ama genlerindeki direngenlikle işini adım adım genişletti ve kendi ayakları üstünde sağlamca duran biri hâline geldi. Onun müthiş biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını ben de beklemiyordum. İlkokul mezunu beş parasız hatun, Afyon’un en başarılı iş kadını olup çıkmıştı.
Sana ilginç bir şey anlatayım. Annem nadir de olsa keyifliyken şu tür ifadeler kullanırdı: “Ben İngiltere’deyken!..” Pencerenin önünde oturur, yoldan geçen güzel bir aracı göstererek “Bu araba da benim!” derdi. Tabiki de uyduruyordu ama kadında bu vardı, gerçekten vardı; ülkeler dolaşmak, kendi ayakları üstünde durmak, kocasına ve abisine, belki tüm erkeklere karşı neler başarabileceğini göstermek…
Gösterdi de. İngiltere’ye üç kez gitti. İş görüşmelerine ve gezmeye. Daha nice ülkelere. Düşünebiliyor musun? Bir ayyaşın dayak altındaki karısı özgürlüğüne kavuştu ve kendi parasıyla dünyayı gezdi. Öyle arabaları oldu ki penceremizin önünden geçen çok az araba onlar kadar pahalıydı. Annem başardı. Hepimiz için. Kendi onuru ve kadınlık onuru için. Babamdan, abisinden, annesinden, tüm dünyadan müthiş bir intikam aldı. Senarist, gerçekten de Hint dizilerinde bile olmayacak bir başarı hikâyesinde annemi başrolde oynattı.
O fakr u zaruret günleri geride kaldı. Paçavralar, çullar, yırtık ayakkabılar hatıralarda kaldı. Annem de ben de artık herkesten daha güzel giyinir olduk. Üniversite ikinci sınıfa geldiğimde artık tipik bir orta sınıftık… Dayımla halam hasetten hasta düşecek olmuşlardı. Meğer kendi iyiliklerini bile değil, sadece bizim kötülüğümüzü istiyorlarmış.
Annem dindar bir ailede gizli bir laik olarak büyümüştü. Dindarlığın iyi bir insan olmaya yetmeyebileceğini tokat darbelerinden ve sövgülerden hareketle biliyordu. O yüzden bizim dindar olmamız için hiç de heveskâr olmadı. Sadece ağırbaşlı olmamızı istedi: “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” Benim annemden aldığım terbiye bundan ibarettir. Seninle konuşarak büyük bir ihlalde bulunuyorum Zahit, bilesin. Sırıkla atlama rekortmenleri için bile çok yüksek çıta bu. Bir annenin en büyük öğüdünün üstünden atlamak. Ben bir rekortmenim Zahit.
Ablalarımı daha çok sıkardı. Babamın her sözü yalan olduğundan güvensizleşmişti kadın. Her sözün muhakkak yalan, her konuşmacının mutlak yalancı olduğuna imanı tamdı. O yüzden söylediğinin aksini kesin doğru sayardı. Şüphesi metodik olmaktan uzak olduğu için onu atlatmanın yollarını bulmak hayta zekâm için çok zor olmadı. Ama bunu sadece yedeğimde tuttum. Seninle burada konuşurken o yedek rezervlerimden kullanıyorum.
Annem hemen arkanda bana parmak sallıyor, “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” diyor dudakları. Duymazsın sen. Siz erkekler duymazsınız. Annelerimiz bizi hiç yalnız bırakmaz, hele bir erkekle baş başayken, asla. Buna rağmen konuştum seninle bu kadar, konuşuyorum. Annemin kızıyım işte. Genimde direngenlik var. O kocasına ve erkeklere karşı bir kadının neleri başarabileceğini ispatlamak istemişti. Bense ona, bir kadına bir kadının aşkı nasıl başarabileceğini göstermek istiyorum.
Onun varlığından rahatsızlık duymuyorum, yanı başımızda dikilmesinden. Hatta memnunum. Seninle konuşmalarımızdaki içtenliği duysun istiyorum. Bir kez bile erkeklerle sahiden konuşamamış zavallı annem ikimizin bu dostane, bu şefkatli hasbihalini duysun. Ben büyük bir dava güdüyorum Zahit. Anneminkinden bile büyük bir dava. Yardımını esirgeme benden olur mu? Beni yoldaşsız koma…
Pirler
Adımı niye Zahit koymuşlar?.. Güzel soru. Cevabı bir çırpıda verilebilen suallere güzel soru denmez biliyorsun. Cevabı çetrefilli olacak ki güzel soru olsun. Herkesin adının bir hikâyesi vardır, varsın rastgele konmuş olsun. O rastgelelikte bile bir mana ve müphem hakikatlere bir ima olabilir. İsmiyle müsemma denir ya bazı insanlar için, adını bir sıfat gibi üstünde taşıdıklarından ötürü. Zahit adı da benim için ideal bir ad olmuş; başka bir isim koysalar olmazmış, durmazmış üstümde. Züht, dünyadan el etek çekme manasıyla değil ama; bambaşka bir bağlamda… Neresinden başlasam ki?
Öncelikle ismim bir türküden mülhem. Aslında bir nutk-u şerif. Halvetî tarikatının büyüklerinden bir şair, Bezcizade Mehmed Muhyiddin’e ait. Dinlemiş