Bülent Tokgöz

BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE


Скачать книгу

elden çıkar. Yemekler derken aslında yemek demeliydim çünkü sadece kazan tandır yapılır orada. Yanında sadece kuru soğan. Tatlı seçenekleri de pek sınırlıdır: Kaymaklı ekmek kadayıfı. Mecburî istikamet.

      İki temel kaideleri vardır: Selamsız giren müşteriyle ilgilenilmez. Bir de ölüyorum desen iki porsiyon vermezler, buçuk da vermezler. Niye? Çünkü o zaman bir başkası yiyemeyecektir. Burada maksat, yalnızca para kazanmak değil hizmet sunmaktır. Şunu da yapmazlar, nasıl olsa çok müşterimiz geliyor, fazladan bir kazan daha kaynatalım; hayır, dedelerinin babası ne kadar yapıyorduysa o kadar yapıp dükkânı kapatırlar. Saat 12’de bittiyse 12’de, 3’te bittiyse 3’te… İsteseler birçok şube de açarlar, başka şehirlerde bile, ama hayır, tamah etmezler.

      Budur. Aradığımız kurtuluş reçetesi işte budur Zahit. Ahi geleneğinin devamcısıdır bu adamlar. Velev ki ahi adını duymamış olsunlar; o ruh, taklidî olarak dahi olsa kendilerine intikal etmiştir. Hırsı ayıp ve çirkin bir şey olarak gören bir dimağ intikal etmiştir. Birkaç kazan bitince çoluk çocuğun nafakası çıkıyor, yetiyor bu. Bir kazan daha koymuyor, çünkü komşuları da kazansın istiyor. Budur. Kapitalizme karşı alternatif ekonomik modelimiz de budur. Afyon’da bana en çok heyecan veren şey, Aşçı Bacaksız’ın varlığını sürdürüyor olmasıdır. Aynı usul ve adapla… Aşçı Bacaksız hepimiz için direniyor Zahit. Tüm insanlık için.

      Bana en çok heyecan veren ikinci şeyi de anlatayım sana: Ulu Cami… Sırlı tuğlalı, baklava dilimli minareli, 1273 tarihli bu esere dâhil olduğunda başka bir iklime dâhil oluyorsun. Haaa diyorsun, ben çok eski bir şehirdeyim. Çok kadim bir beldede, kadim bir kültürün saçakları altında.

      Bana en çok heyecan verense anıtsal yapılar değil gelgelim. Bambaşka bir şey: Afyon’un delileri, evet delileri. Cami köşelerinde, türbe diplerindeki o meczup denen adamlar. Köylerde de çok. Viraneyi görüp defineyi göremeyenlerin çoğu divane der, mecnun der geçer. Hâlbuki şuurlu insanlar onları aç sefil bırakmaz. Yemeğini yedirmek sevaptır, yengeler, teyzeler bunu bilir. Esnaf giydirir, berber tıraş eder, çorbacı çorbasını verir, para almazlar. Verecek paraları da yoktur zati.

      Elinde şarap şişesi olan akıl hastalarından değildir bunlar. Namaza iştirak ederler. Dillerinde zikir vardır. Daima “Hayy!” derler, “Hakk!” derler, bunu diplerine varınca duyarsın. Çevre esnafının demesine göre onlarla hemdem olanlar, arada garip garip laflar ettiklerine vakıf olurlar imiş. Yanlarından geçen turistlere, çocuklara “Yalana, harama, namaza dikkat evlat!” gibi sözler fısıldarlarmış. Mazileri yoktur, bilinmez. Gizemlerle doludurlar. Ya evlenmemişlerdir veya çocukları ölmüştür, hayatta kimsecikleri yoktur. İçlerinde birkaç fakülte okuyup da divane olanlar, divaneliği seçenler olduğu da söylenir. Aslında kimdirler, bilen pek yoktur.

      O lokantacı ahiler ve deliler. Dünyayı kurtarmak gibi bir dertleri yok ama son kale onlar, bunu muhtemelen bilmiyor olsalar da. Onlar da düşünce insanlık barbarlığa teslim olacak. Hepimiz kaybedeceğiz… Ya, işte böyle Zahit. Ahileri ve delileri sevdiğim için seviyorumdur belki de seni. Afyonlu olmamın hikmeti belki de budur. Ceddim, o kale basamaklarını orada kalakalmak için değil, ben seni sevebileyim diye tırmandı belki. Anlıyor musun şimdi?

      Madımak

      Sivas’ı bilir misin? Nereden bileceksin? Öyle içinden geçmekle olmaz, kalmalı, içinde bir çocukluk bırakmalısın.

      Yukarı Tekke Mezarlığı. Bir insanın hayatında en önemli adresin orası olması garip değil mi? Peygamber’in sancaktarı olarak bilinen, gerçekte ise Battal Gazi’nin silah arkadaşı, Emevîlerin kumandanlarından Abdulvahhabî Gazi orada metfundur, adıyla anılan bir cami ve türbesi vardır. Bayramda, nikâhta, sünnette ahali oraya akın eder. Vehhabîler bu tür türbe mürbe işlerine tekfir edilecek saçmalıklar olarak baksa da bir türbe bir kente İslamî kimliğini kazandıran merkezî unsur olabilir. O ufacık taş yapı, bir trafo gibi Sivas’a iman aktarmaktadır. Kaç asırdan beri böyle. Bunu kimse es geçemez. Geçeni eşyanın tabiatı ve tarihin realitesi es geçer.

      Şehzade Bayezid ve oğulları da orada yatar. Kanunî’den sonra veliahtlar çarpışmış, Bayezid yenik düşünce İran’a, Şah Tahmasb’a sığınmış. Oradan babasından af dilemiş ama babasının başka bir planı varmış. Oğlunun ihanetinin bedelini ödetmek için can düşmanı Tahmasb’a 1 milyondan fazla altın yollamış; yanı sıra da cellâtlar. Bayezid’i ve yarın ola ki başka marazalar çıkarabilir diye bilumum oğullarını boğsunlar için.

      Sonra da cenazeleri alıp Sivas’a getirmişler. Bunun Sivaslının kimlik ve hissiyatına tesiri nedir, tam olarak kestiremiyorum ama kente tarihî bir derinlik kazandırdığı, devlet için ne bedeller ödetildiğinin ürpertici bir hikâyesi olarak, devletçi karakterin şekillendiricisi olduğu kanısındayım.

      Bizim de aile olarak tüm büyüklerimizin son ikametgâhı orasıdır. O sebepledir ki her bayram en evvel oraya gider, türbeyi ve büyüklerimizin kabirlerini ziyaret eder, sonra da mezarlığa yakınlıklarına göre akrabalarımızın evlerine bayramlaşmaya giderdik.

      Yukarı Tekke Mezarlığı’nın bizim için başka özel bir manası daha vardır: Orada bir taş ocağı vardır, Sivas’ın ekmek kapılarından biridir. Babamın babası orada bir kazada kayaların altında kalarak can verince birkaç ay sonra doğan oğluna Kaya adını vermişler. Yoksulluk ve talihsizlik, kaya gibi mazimde yatmaktadır, çocuk muhayyilemde bunun ağırlığı tonlarcadır. Çocuk muhayyilem, yani şimdim ve geleceğim.

      Dedem kayaların altında kalınca ninem bir süre sonra çocuklarına bakabilmek için bir adamla evlenir. Topal İbrahim adındaki bu adam, anlaşıldığı kadarıyla tam bir fırsatçı ve taş kalpli biridir. Ninemi almadan evvel önce halalarımdan ikisini iki oğluna nikâhlar, bir çeşit nişan gibi, sonra da ninemle nikâhlanır. Önce kendisi nikâhlansa çocukları arasında nikâh akdi geçerli olamayacağı için, kurnazca. Gelgelelim gene bir ocak kazasında bu genç adamlardan biri ölür, diğeri ise felç kalır. Bu felç kalan, halamla evlilik sürecini tamamlar.

      Babam evdeki tek oğlan ve en küçük. Üvey dedem Topal İbrahim babamdan rahatsız, onu bir köye çobanlığa göndermeye kalkıyor, halalarım direniyor, adam ortalığı birbirine katıyor. Bunun üzerine zavallı ninem kendi elleriyle götürüp oğlunu Çocuk Esirgeme Yurdu’na teslim ediyor. Bu, babamın tüm hikâyesini belirleyen kırılma noktasıdır. Tanıdığım en devletçi adam olan babamın dünya görüşü o yurtta şekillenmiştir ve motamot şundan ibarettir: “Bu devlet bir yetime, öksüze el uzatıyorsa biz de ona köle olmalıyız.” Devlet, babam için mecazen değil hakikaten babaydı. Başka babası olmamıştı.

      Babaannem, yetimhaneye başvurarak fahrî annelik yapmaya başlıyor, Topal İbrahim’den gizli gizli, kaçak köçek. Nice çocuğa annelik ediyor. Babam bir keresinde oradan bir arkadaşıyla karşılaştı, ensesine bir tokat aşketti adını vererek, adam babamı hatırlamadı ama neden sonra şöyle dedi: “Şerife Anne’nin oğlu musun sen?”

      “Yetimhanelerden her türlü adam çıkar ama vatan haini çıkmaz!” Böyle derdi babam ve devlet de bunu biliyordu sanıyorum. Devletin bir politikası vardır, aslında tüm ülkelerde bu böyledir, yetimhanelerden kadro devşirirler. Türk ordusu bunu sistemli biçimde yapar. Türk istihbaratı da yapar ama daha alttan alta. Ordunun seçip aldığı çocukların arasından kuvvet komutanlığına kadar yükselen dahi olmuştur.

      Babamı almak için de gelmişler, “İyi bir asker olacak çocuk, verin buralarda ziyan olmasın” demişler ama babaannem ağlayarak “Zaten alan aldı evladımı bir de siz elimden almayın, burada hiç değilse arada bir görebiliyorum, alıp da uzaklara götürmeyin!” demiş. İzin verse belki de bir general çocuğu olarak dünyaya gelecektim.

      Bir işçi çocuğu olarak gelebildim anca. Yazıklanıyor muyum, elbette ki hayır. Devlet Demir Yolları’na Sivas’ta