mercimek tanesi gibi tohumlar çıkardı, öfff. Kuşburnu toplardık, soframıza reçel, marmelat olarak gelirdi ama biz şurup derdik hep. Kızılcık Şurubu da sabah sofralarımızın baş konuklarındandı. Sivas bozkırının yoksullar için elinden gelen anca bu kadardı.
Hıngel deriz, siz mantı dersiniz, o yoksulluğa rağmen içi etle gani gani doldurulurdu, o zengin Kayserililer gibi cimrilik etmezdi Sivaslı. Kalburbastı diyorlar şimdi, biz hurma derdik, baklavadan daha çok o yapılırdı, şerbetli bir tatlı, enfesti. Bir keresinde babamın bacanakları anneleri mi karıları mı daha iyi hurma yapar diye tartışmış, birbirini vuracak noktaya gelmişlerdi. Hurma hayatî bir konuydu.
Ne kışlar vardı Zülâl, ne kadar anlatsam anlayamazsın. Aslen Erzurumlu olsa da soğuk bizim orada otururdu. Kar yağmaya başladığında dur durak bilmezdi. Kızaklarımızla karşılardık onu. El yapımı kızaklar. Eski karyola demirlerinden. Yüz üstü kayardık yokuşlardan. Kaburgalarımızı kullanarak sağ-sol yapmayı, frenleyip durmasını iyice bellemiştik. İyi bir kızağı olan çocuğun mutsuz olma ihtimali yoktu.
Cincik derdik, bilye az bulunan bir şeydi. Garibanlar evlerinden aşırdıkları üç-beş cevizle katılırlardı oyuna. Ütmek fiilini sevmezdim. Topaç yarışları kafamda çok yer etmiş nedense. O hırs, rekabet… Ben oynamak için oynardım, skora bakmazdım. O yüzden gelişmedi pek el becerilerim sanırım.
At Nalı Kabara denen bir türü vardı, diğerlerinin topaçlarıyla çarpışıp kırmak için tasarlanmıştı. Kırnap İp derdik kendirden yapılan ipe, boyumuz uzunluğunda olmalıydı, onu işaret parmağına dolayıp ucunu tükürükleyerek topaca sarardık. Döndürme hızıyla diğerlerini dağıtıp dönmeye devam etmesi heyecan verici bir yarıştı. İnsanı tanımaya o zaman başladığımı ayrımsıyorum.
Alevîlik-Sünnîlik mevzuunu da erken ayrımsadım. Arzu Teyze vardı, yakın bir komşumuz, ayrı gayrımız yoktu, birlikte yer içerdik, evde onlar hakkında hiçbir menfi kelam geçmezdi. Bir gün apar topar başka bir mahalleye taşındılar. Neredeyse bize bile haber vermeden. Şimdi hesaplıyorum, 12 Eylül’den hemen önce. Bir Sünnî mahallesinden Alevî mahallesine… Korkutulmuş veya uyarılmış olsalar gerekti.
İşe bak ki halamlar da o mahallede oturuyordu. Bir gün babaannem onlardayken ziyaretlerine gidecek olduk. İki aile toplanıp. Bu rakam Ali Baba’ya gitmek için güvenliği sağlamaya yetmezdi ama barışçıllığımız çok açıktı; kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Yayan gidiyorduk, babam benim elimden tutmuştu, “Geçeriz gideriz!” diye bize moral veriyordu. Halamların sokağa girdiğimizde birden otomatik silahlar çalışmaya başladı. Üstümüze mermi yağdırıyorlardı. 4 katlı bir inşaatın üst katından, makineli tüfeklerden geliyordu kurşunlar. Kulaklarımızın dibinden vızıldayarak geçip kerpiçlere saplanıyorlardı.
Babam elimi bırakıp kaçmaya başladı. Sonradan “AP’li olduğum için beni hedef almışlardır, sizi de hedef etmeyeyim, kaçıp sizden uzaklaşayım diye çocuğun elini bıraktım” dese de annem o gün olanları senelerce şüpheyle anmayı sürdürdü. Babam koşup halamgilin bahçe kapısını çalıyordu, içeriden “Kim o, kim o!?” diye soruyorlar, babam ısrarla “Kaya, Kaya!” diyor ama açmak için dışarı çıkamıyorlardı. Evden içeri girdiğimizde halamın oğlunun elinde bir kürek sapı vardı. Kürek sapıyla makineli tüfeklere karşı savunma pozisyonundaydı.
Sivas’tan ilk ayrılışımı birazdan anlatırım. Alevîlik demişken başka bir şey anlatayım. Tarih 1993. Türkiye’nin en karanlık yılı. Kontrgerilla’nın tüm dizginleri elinde tuttuğu dönem. Gerçek adı kim bilir nedir? Belki Ergenekon, belki Gladio! Neyse ne, hedefi 12’den vurdular o sene. 2 Temmuz’da.
Ben İstanbul’dan Sivas’a geliyorum, halalarımdan biri vefat etmiş, onun cenazesine yetişmeye çalışıyorum. Bolu taraflarında bir yerde dinlenme tesislerindeyim. Televizyonda bir altyazı geçiyor: “Sivas olayları büyüyor. Aziz Nesin’in kaldığı otel yakıldı.” Hadi be dedim, kaşımaya başladılar demek ha?!. Kaşımak ne kelime, adamlar demir taraklarla ülkenin etini kemiğinden ayırmaya kalkmışlardı.
Sivas’a indim, iğde kokularıyla karşılayan şehir gitmiş başkası gelmişti sanki; tanıyamadım şehri inan. Canı çekilmiş birini tanıyamamak gibi. Sokaklarında in cin pusmuştu; kentin orta yerindeki Cıbıllar Parkı’nda bile kimsecikler yoktu. Yaşlıların gölgelendiği, çay simitle günü kapatan garip gurebanın doluştuğu park tam manasıyla cıbıllaşmıştı.
Bir tek taksiciler vardı. Birini çevirdim. Adam tuhaf tuhaf sorularla beni çözmeye çalışıyordu. Kim olduğumu, nereden, niye geldiğimi. “İnşallah kötü bir şeyler olmaz, memleketin adı kötüye çıkmaz” filan diyerek geçiştiriyordum adamı. Sonradan bizimkilerin dediğine göre o gün civar beldelerden polisler çağrılmış, her tarafa sivil kıyafetlerle yerleştirilerek şüpheli şahısları toplamakla görevlendirilmişlerdi. Adam, benden şüphelense verdiğim adrese değil, taksiyi karakola çekecekti.
Üç gün mü, bir hafta mı sürdü sokağa çıkma yasağı? Bir sonraki cuma camiler havaya uçurulacak diye bir şayia dolaşıyordu, kim bu tür haberleri yayıyordu bilemiyorum ama o ilk cuma Sivas acayip bir sınav verdi. Her cuma halkın hemen yarısı caddelerde, işinde gücünde olurdu, yarı yarıya Alevî sayılırdı çünkü şehir. O cuma ise sokaklarda bir tek kişi bile yoktu, camilerse bahçelerden sokaklara taşmıştı. Alevî vatandaşlar, değil saldırmak, kimse bir taşkınlık yapmasın diye camilerin etrafında nöbet tutmuştu. Böyleydi benim Sivas’ım. Yazık ettiler. Kötü saatte olasıcalar.
İlk ayrılışımdan bahsedecektim. Sıkılmışsındır bunca bozkır hikâyesinden. Bunca kıraç. Sonu cayır cayır ateşle biten… Lise bitti, ben de o üniversite kazandı belgesini aldım ve yeni bir faza geçtim hayat denen rüyada. Annem kazağımı örmeye başlamıştı bile. “İstanbul soğuğu, nemliymiş, içine işlermiş insanın, ilişmesin oğluma benim!” diyerek… O kazağı hâlâ saklarım, bir gün giyeyim de ona nasıl iyi baktığımı gör.
Tüm yolculuklarımda en zor parkur terminale veya gara varıncaya kadarki kısımdır. Hele yanımda annem varsa. Ağlamaz, tutar, zapt eder göz damarlarını ama ne zaman ki trenin demir tekerleri gıcırdamaya başlar, fıskiye gibi fışkırırdı gözlerinden. Kız kardeşimle sarılıp ağlaşmaları, mazinin beyaz badanalı duvarında bir tablo olarak asılı kalırdı.
Kromozom
Cemal dedem bir küçük esnaftı. Ufacık dükkânında geçmişti ömrü. Çocukluğundan beri şafaktan önce uyanmış, gençliğinden beri çarşıda dükkânını en erken açan esnaflardan biri olmuştu. Bereket inancından kaynaklanıyordu bu. Kerahet vaktinde uyuyanların ve sabah namazından sonra dükkânını açmayanların işlerinin rast gitmeyeceğine, kazansalar da bereketini göremeyeceklerine çok eski ve mutlak bir bilgi olarak sahip çıkmıştı. Küçücük bir işyeri ve azıcık bir gelir için onun disiplin ve ciddiyeti ibretlik bir meziyetti. Hayatında hiçbir israf yoktu ama şu meziyetlerini oraya sarf ediyor olması bana en büyük israfı olarak gözükürdü.
Beş vakit namazını camide kılan, başı yerde, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bir adamdı. Halim selimdi, ne desek yapardı. Esprili, sevimli biriydi. Sevdiklerini sevindirmeyi severdi. Dedemiz değil aksakallı bir küçüğümüz gibiydi. Zamanla en küçüğümüz hâline geleceğinin habercisi miydi bu?
Yaşlanıp dükkânını kiraya verdiğinde evde daha fazla vakit geçiriyordu. Namaz vakitlerine ayarlı bir ömrün son saatlerini yaşar gibiydi. Bir kış günü camiye gitmek için çıktı ama gece yarısına kadar gelmedi. Annemgil her yere baktı, sordu soruştu, karakola, hastaneye gittiler ama hiçbir yerde bulamadılar. En son, Afyon’un bize en uzak muhitlerinden birinde ücra bir sokakta bulduklarında yürümekten bitap düşmüştü ve donmak üzereydi. İnli Balıklı Göl’den