oraya yerleşir. Civanmertliğiyle namını tez zamanda duyurur, delikanlılar arasında kendisini sevdirir, efeler alayının başı olur. Kahvehane işletmekte, güzel sesiyle arada sıra camilerde müezzinlik yapmaktadır. Molla adı da oradan gelmektedir.
Derken kasabanın en zengin ailelerinden birinin kızı olan Neslihan, güzelliğinden mi dersin sesinden mi, bu gence gönlünü kaptırıverir. Bizim Ahmet de ona kayıtsız kalmayınca, ufak muhit ne de olsa, aralarındaki aşk kasabada kulaktan kulağa yayılır. Ne ki kızın başka bir âşığı daha vardır. Efeler alayının eski başı, Macar lakaplı Selim bunlardan biridir. Bir gün Ahmet’i bir mesirelikte ziyafete davet ederler. Sazlı sözlü eğlenti sürerken pirzolası yapılan koyunun kuyruğundan bir de helva yaparlar. Sazcılardan biri Ahmet’e yanaşmanın bir yolunu bulup kurulan tezgâhı haber verir: “Ahmet, bu senin can helvandır, bunlar seni öldürecek, bir yolunu bul buradan sıvış!” Ahmet, kendinden emin, “Ben arkadaşlarımdan kemlik beklemem. Bir harekete kalksalar da haklarından gelirim, sen tasalanma!” der. Adamcağız eğlenti boyunca kaşıyla gözüyle işmar da eder ama bizimki oralıklı olmaz.
Eyvahlar olsun ki bir punduna getirip hileyle kollarını bağlarlar. Sonra ayaklarını, kollarını, başını keserek paramparça eder, sazlığa atarlar. Birkaç gün sonra Seydiköy’ün köpekleri ağızlarında kol ve ayak parçalarıyla köye gelince köylüler Molla Ahmet’i çoraplarından tanır. Kırkpınar çayırlığına gelip vaziyeti devlete bildirirler, caniler yakalanıp hapse atılır ama Molla Ahmet’i geri getirmez bu.
Türküyü kim yakar biliyor musun? 120 yaşında vefat eden İbiş Nine. Asıl adı Dudu olan bu kadın ozan, birçok türküyü de yaşatarak günümüze aktarmış. Kendisinin bizatihi türkü yakmasına da halk şöyle dermiş: “İbiş Nine yakım yakardı.” Bak ne yakmış maktul Molla Ahmet için İbiş Nine’miz:
“Yakuboğlu hayadında dudu var
Neslihan’ın kardan beyaz budu var
Moll’Ahmet’in kasabada adı var
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Moll’Ahmet’i Kırkpınar’da kestiler
Cepkenini saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
Kuş gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
Yakuboğlu kamaları yağlıyor
Neslihan kız siyim siyim ağlıyor
Katil Macar kollarımı bağlıyor
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
Bir incecik yol gidiyor Bazlar’a
Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara
Selam söylen anamınan kızlara
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Bir incecik yol gidiyor Elmin’e
Kanım aktı ılgıt ılgıt çimene
İmana gel katil Macar imana
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
Eridi mi maşrabamın kalayı
Dağıldı mı Moll’Ahmet’in alayı
Bir kama da öldürmenin kolayı
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
Kuruldu mu kasabanın pazarı
Kazıldı mı Moll’Ahmet’in mezarı
Ahbaplarım benden alsın hezeri
Kuş gibi meydanda dönenlerdeniz
Bir güzel yoluna ölenlerdeniz
Tel tel olmuş telgırafın telleri
Esmez oldu badı saba yelleri
Açmaz oldu Seydiköy’ün gülleri
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Biçildi mi Seydiköy’ün çayırı
Kadir mevlam canı candan ayırı
Hiç kalmamış Neslihan’ın hayırı
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Dostlar düşman imiş ben bilemedim”
Türkünün ölümsüzleştirdiği bu korkunç ölümü benim için kat be kat korkunç kılan şey, çocukluğumdan beri hikâyenin bana şu şekilde nakledilmesiydi: Cinayeti, Molla Ahmet’in kızla tarlada buluştuğunu gören kızın kardeşleri ve babası işliyor. Sırf kızla konuştuğu için. Adamı paramparça ediyorlar, kasaplık koyun gibi. Bu, özellikle ergenliğimde beni daha derinden sarsar oldu. Herhangi bir konuda bile bir oğlanla konuşacak olsam zavallı oğlanın kolunun, bacağının, kafasının birbirinden ayrılıp sazlıklara atıldığını hayal edip ürperdim. Hep çoraplarına takılı kaldı gözlerim. Hâlâ ürperirim, bir erkekle baş başa konuşacak olsam; konuşmanın muhtevası ne olursa olsun. Şimdi seninleyken de yer yer o ürperti aramızda bir yel gibi esip geçiyor. İrade, bilinç, tercihler bir yere kadar; insanı çocukken dinlediği hikâyeler, masallar, efsaneler belirliyor. Ben bu topraklarda çocukların bilinçaltına perçinlenen kodların temelde çok yanlış ve sapkın olduğunu düşünmemekle beraber bu tür sakatlayıcı unsurların da o birikimin arasına karıştığını düşünüyorum. Senin kadar radikal değilim ama o birikimin süzgeçten, elekten, elden geçirilmesi gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bu o kadar da kolay değil elbette. Süzgeçten geçirecek zihin de neticede kendisi süzgeçlerden geçerek bugünlere gelmiş.
Korkumu diri tutan benzer kanlı olaylar da hiç eksilmedi ne yazık ki, bunları da anmadan geçemeyeceğim. Afyon’da bir linç kültürü var, bu kesin. Nereden gelir nereye gider bilemem ama bir “Vurun abalıya!” geni kesin var. “Vay bre zındık!..” Aniden galeyana gelip karşı konmaz bir güce dönüşen öfkeli kalabalıklar. Türkiye’de bu tür hadiselere en çok Afyon’da rastlanırdı herhâlde.
Farklı sebepleri olabilirdi galeyanın. İnfial uyandırıcı bir tecavüz veya livata meselesi de olabilir, mahalleye sonradan gelen şahsın ahaliden birinin karısına huzursuzluk vermesi meselesi de. Yani genelde namus davası. Bir bakmışsın, sopalar, değnekler, satırlar, nacaklar… Hatırladığım en büyük hadise, seksenlerin sanıyorum ortalarında, Çingene konargöçerlere yönelik gerçekleşmişti. Çiftçilerin başına ekşiyen 100-150 kişilik topluluğa bir gece baskını tertipleyip çadırlarını yakmış, atlarına el koymuş, kovmuşlardı. Yüzleri façalı, kavgacı Çingene gençlerin ay şeklindeki hançerleri fayda etmemişti.
Afyon böyledir. Böyle bir linç psikolojisi, galeyan potansiyeli hep vardır. Vardı. Kuva-yi Milliye ruhu da böyle ortaya çıkmış zaten, kimse başlarına birinin geçmesi için beklememiş, pata küte dalmışlar düşmana da. Bu yönüyle o kalkışma eğilimini büsbütün kötü veya hastalıklı bulmak hakkaniyetli olmaz.
Kahramanlık da uzak değil Afyonlu ruhuna. Şöyle bir şey anlatılır: Kocatepe savaşında Yunanlılar mayın döşemiş. Afyon’un yaşlıları orduyu durduruyor, “Durun önden biz gidelim, size bir şey olmasın, bizim üstümüzde patlasın!” diyerek. O yüzden Kurtuluş Savaşı’mızdaki şehitlerin