Berin Aral

DÜZ YOKUŞUN SAKİNLERİ


Скачать книгу

gibi yükleyip ne çok seyahat ettik. Ablamların torunlarını az uyutmadık arkada, arka koltuk boşluklarına yastık yığıp bebeleri uyuturduk. Uludağ’ a gitmiştik bir sefer kızlarla, lastiklere zincir takmıştık da yolda kayanlara geri zekâlılar demiş, gülmüştük. İncecik yağan kar tanelerinin altında, yola dökülen far lambalarının parçaları kırmızı kırmızı parlıyor. Alsam, bir kenara koysam mı acaba, aman yok ya, bırak kalsın. Zaten takılacak yeri yok. Köprünün altına doğru yürüyorum yavaş yavaş. Bir yandan Murat enişteyi yeniden arıyorum. Çalıyor bu sefer, uzun uzun çaldırıyorum. Kesin toplantıda, telefonu sessize almış. Arar az sonra. Elli kişiyi de arayıp ortalığı ayağa kaldırmayalım. Panikli kadınlar gibi. Bir sigara yakarım şimdi, kafam yerine gelir. Köprünün altında sırtımı duvara dayayıp duruyorum, yukardan geçen araçların gürültüsü uğulduyor kulaklarımda. Yürüdükçe titremem geçti. Sağ taraftaki duvarlara poşetlerle çiçekler ekmişler, ekmemişler de katman katman yerleştirmişler. Yerler su içinde, Fikirtepe inşaatlarından çamur akmış yola, bastıkça daha çamur. Çiçeklere bakıyorum. Solmuşlar. Dönüp arabaya baktığımda polis arabasını görüyorum. A benim yürümemi mi beklemiş bunlar, kim aradı acaba, yoldan geçen biri mi, yoksa böyle bir tespit sistemi mi var? O tarafa doğru seğirtiyorum. Bayağı da yürümüşüm fark etmeden. Salak salak yürümüşüm, sanki sahil yoluna yürüyüşe çıkmışım. Hiç akıl yok bende. Kafam nasıl dağıldıysa, ya da nasıl dağınıksa. Polise doğru yürürken kazayı nasıl yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum. Bir daha baştan gözden geçiriyorum. Lastik patlamamıştı, yok. Direksiyonu kaybettiğimi hatırlıyorum, bir an. Sonra frene yüklendim. Bir değil iki kere gümledim. Sağ bacağım ağrıyor biraz. Yanlamasına bir sancı, boydan boya. Sanki sopayla vurmuşlar gibi. Adrenalin birikince böyle katılaştırır, ağrı yaparmış bir yerde okumuştum. Ondan sanırım. Ayağımdaki topuklu botlar olmasaydı iyiydi, topuk mu takıldı acaba pedala. Bilemedim şimdi. Polisi gördüğüme sevindim ama, çekiciyi de hallederler şimdi. Burnum sızladı. Ağlayasım geldi. Gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez, kaza yapan ağlak kadın olmak da istemem. Kaza yapan kadın olmak zaten damgalıyor insanı. Ağrı artıyor yürüdükçe, bacağımı çekerek yürüyorum. Benden yana bakıyorlar, el sallıyorum. Bir dakika geliyorum, diyorum elimle. Eli kolu oynuyor, bir şeyler söylüyor bana doğru, duyamıyorum. Yürüyorum. Koca bir beton mikseri geçiyor yanımdan, ürküp geriye doğru sıçrıyorum. Yerleri titreterek geçip gidiyor yanımdan. Telefonum çalmış, duymamışım, hay Allah. Arayan annem. Aman iyi ki duymamışım. Mesaj atmak geldi aklıma, niye daha önce düşünmedim ki ben bunu. Ablama yazarım. Merak etmeyin, ben iyiyim, araba sizlere ömür. Yok böyle yazılmaz, sil yeniden yaz. Merak etmeyin iyiyim, bir kaza geçirdim. Murat eniştemi aradım, bulamadım. Trafik geldi, çekici de gelince eve dönerim. Yok eve gitmem de size gelirim. Annem korkar şimdi, evham yapar. Yazdım, gönderdim. Vııjt gitti. Başımı kaldırıp kaza yerine baktığımda memurların arabaya binip gittiğini gördüm, a nasıl olur ya, insan bir nasılsın kardeşim diye sormaz mı? Benim vergilerimle yaşıyorsunuz siz, ne hemen öyle ateş almış gibi kaçıp gittiniz? Geliyorum dedim ya işte. Vatandaş zor durumdayken, hayret bir şey… Azıcık sesimizi çıkarsak yığarsınız ekipleri, kaza yapınca kimse yok, oh ne güzel. Durun bile diyemedim. Benim kaza yaptığımı mı anlamadılar acaba, arabanın benim olduğunu mu anlamadılar, olabilir. Tabii, kesin öyle. Kim arabasını oracıkta bırakır da yürüyüşe çıkar. Ben tabii. Yürüdükçe arttı karın yağışı, yerler bir karış kar. Rüzgârda savrularak yürüyorum, alçak sürünme gibi bir şey yaptığım, beş dakikada geldiğim yol uzadıkça uzadı. Kürklü kapüşonumun arasından arabaya doğru bakıyorum, göremiyorum, biri mi çekti, götürdü. Ama az önce buradaydı, şimdi yok… Tekrar belirdi, işte orada. Birileri eğilmiş içeriye, ambulansın mavi lambası cayır cayır dönüyor tepesinde, birini çıkarıyorlar arabadan, kim o, kim…

      Gülmese

      Ne güzel gülüyor annem, güzel mi gülüyor, gülüyor bir de… İri kahverengi gözleri gülerken kısılıyor. Gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar gülmekten mi…

      Ellerini saçlarına götürüyor, iri dalgaları kulağının arkasına sığdırmaya çalışıyor. Dalgalar o daha iterken eski yerine düşüyor. Aldırmıyor.

      Üzerinde tek tük çillerin olduğu elleri ince, ince ama boğumları kalın. Tuhaf. Tırnakları kırmızı boyalı. Kırmızı olmazsa lacivert. Bir keresinde sarı sürdürmüştü, nedense. Kahverengi ellere sarı oje. Solaryumseven.

      Kemerli burnu küçük. Hafif kemerli. Alnı geniş ve aydınlık. Dudakları dolgun, tıpkı göğüsleri gibi.

      Zayıf ama sıska değil. Hatta kalçası biraz geniş. Orta boylu, bacakları uzun.

      Bakışları, kime baktığına bağlı. Bana değil. Hiç değil.

      Aramızda on sekiz yaş var.

      Liseyi bitirmeden doğurmuş beni. Salak. Akıllı aslında.

      Yeniden gülüyor. Gözlerinin kenarında kırışıklıklar.

      Yeter artık, gülüp durma.

      Bana bakmıyor, duymamış gibi. Kulakları bütün küpe. Delik deşik. Burnunda hızma. Kaşına da piercing yaptıracaktı bir ara. Kendisi gibi bir arkadaşı var, Seda, o yaptırmış. O yaptırınca bu da heveslendi. İskele sokaktaki dövmeci bunların arkadaşı, gide gele. Boynu bütün dövmeli tuhaf, sakallı adam. Jef diyor bunlar, vazgeçirmiş. Onun yerine üç yüz dolara salıncakta sallanan kızın dövmesini yapmış koluna. Sallanan kızın elinde rengârenk balonlar. Hiç uzun kollu giymedi annem o sıra. Soğuktu. Herkes görsün, sorsun, beğensin istedi. Öyle oldu tabii. Hikâye kurdu üstüne. Kendi çocukluğuymuş, elinde balonlarla salıncağa binermiş, babası ona taparmış. Yalan. Piercing yerine salıncaklı kız modası oysa. Ama hikâye anlatmakta başarılı bizimki. Ballandıra ballandıra. Dedemi bilmesem ben bile… İnek gibi yatan bir adam. Fosur fosur sigara içen. O divandan kalkmaya üşenen. Tepsiyle önüne gelen yemekleri yalamadan yutan. O benim dedem. Dede. Anlamlı bir sözcük bile değil. Aynı hecenin üst üste tekrarı. O kadar.

      Bembeyaz dişleri parlıyor gülerken. En çok dışarda. Ben evde görünmezim. Sokakta uydusu.

      Nereden bulduysa burayı, işletmesini alacakmış. Reks sinemasının yan sokağında dört katlı bir yer.

      Heyecanla konuşuyorlar. Ben çıt çıkarmıyorum. Üstüme bol gelen siyah kazağımın eteklerine ellerimi sarıp oturuyorum.

      Tombul ellerim siyah kazağın içinde kayboluyor. Annem yan gözle ellerime bakıyor. Beğenmediği şeyleri hemen görür. O kocaman kahverengi gözlerden sinyal gönderir.

      Yapma şunu, düzgün otur.

      Sinyali çakınca benim anlayacağımdan emin. Kemirilmiş tırnaklarıma bakmaya başlıyorum bu sefer. Ben daha bakarken ayağının ucuyla itiyor ayağımı. Spor ayakkabımın ucuna basıyor. Ayakkabıları sivri topuk. Yavaşça çekiyorum kendimi. İçime doğru. Siyah kazağımın içine doğru bükülüyorum. Onun rahatladığını görüyorum.

      Yeniden gülüyor. Rahat. Birinci kat kafe, ikinci kat oyun salonu, üçüncü kat oyun salonu, son kat yine kafe. Teras çünkü. Sigara meselesi çözülmüş olur. Sonra düşünüp değiştiriyorlar. Birinci kat pilavcı olsun. Oyuna gelen gençler acıkınca başka yere gitmesin. Yanında körili tavuk, kavurma, nohut, bir de bol salata. Vejetaryen genç çok. Planlar hep gençler üzerinden ama ben dahil değilim.

      Devredecek adamın gözü annemin göğüs çatalında, annem eğildikçe adam neşeleniyor. Kül tablasını biraz daha uzağa çekiyor. Ona doğru uzansın istiyor. Başta bana baktı şöyle bir. Baktı annem bana bakmıyor, o da ilgilenmedi bir daha. Yalandan, küçük hanıma da bir latte getir, dedi kılkuyruk garsona. Annem çay içer, demli, büyük bardakta. Rakı da sever. Türkü barlara