Tahir severdi dünyayla beraber yaşamayı. O sabah konuyu açtığım için kendimden nefret etmiştim. İyiydik aslında, yani hesaplaşmalar, endişeler, kuşkularla yaşayan bendim nasılsa. Yaymaya gerek yoktu belki de. Tırnaklarımı kendime batırmış kendimi suçluyordum ki Tahir’e ilişti gözlerim. Bana bakmıyordu ama sakindi. Koltukta oturmuş, az önce soğuyan çayı tazelemiş, kocaman gözlerini buhara dikmişti. Birden nefret ettim ondan. Hem suçlu hem güçlü. Alçağın tekisin sen, hainsin, ne zamandır sürüyor kim bilir, aptal yerine koydun beni, boynuzlu ben, hoşuna gitti iş çevirmek, başka bir kadın, başka bir ten. Allah belanı versin, niye yaptın bunu, niye?! İyiydik oysa. Ne zaman, nerede becerdin? Becerikli çıktın, aferin sana, aferin! Bravo! Bir yandan alkışlamıştım. Eşyalarını toplayıp gitmişti evden. O toplanırken yalvarmıştım gitme diye. Gitme. Git. Öylece, bir şey demeden. Yığılıp kalmıştım koltuğa. Kafama kafama vuruyordum. Benim yüzümden gitmişti, ben yetememiştim, ben tutamamıştım. Ben sabredememiş konuşmuştum. Gözlerimin ağlamaktan şiştiğinin farkındaydım, bütün yüzüm şişmişti. Yataktan çıkmadım o gün. Akşam geç saate kapı açıldı. Geldi, yatağın kenarına oturdu. Onu görünce şok oldum. Çaresiz, bitap halimle karşısında durmak yeniden bir cezaydı bana. Onurlu olmayı becerememiştim. Ellerimi öptü, yüzümü, sarıldı, bırakmadı. Sarıldım, bırakmadım. İnsan iki kişiyi birden sevebilir diyordum içimden, bir gönülde iki sevda olabilir. Benim kalbim kırık, olsun. O bana sarıldıkça düzelir her şey. Kadınlığına saygısı olmayan. Ben. Kimseye anlatma diyordum kendime, kimseye anlatma. Ödüm kopuyordu kadınla karşılaşırsam diye. O da anlatmasın. Hiç kimseye. Kadınlar çok konuşur, konuşmasın. Tahir’in kulaklarının arkasından yumuşak bir kıvrımla ensesine düşen saçlarını okşamak istedim. Küçük kulaklarını. Her geciktiğinde acaba diyordum, bitti, ayrıldım dememişti çünkü. Sadece bana geri gelmişti. Gelmiş gibiydi. Koşarak yapıyordum bütün işlerimi, sabahları erkenden evden çıkıp koşuyor, eve gelip duş alıp işe gidiyordum. Her sabah döndüğümde ve her akşam döndüğümde zile basıyordum. Ben geldim, seni beni beklerken bulmak için, diyordum sanırım. Yok kesin. Ödüm kopuyordu eve getirecek, bizim eve, bizim yatağımızda sevişecek, bizim yatağımızda uyuyacak, bizim çaydanlığımızda çay demleyecek diye. O yeşil koltuklarda karşılıklı oturacaklar diye. Ya koltukların üzerinde sevişirlerse, ya banyoda yeniden sevişirlerse, doymadan, durmadan. Çıldıracak gibi oluyordum. Bir gönülde iki sevda olabilir diyordum, kalbim gümbür gümbür çarpıyordu. Hayatım boyunca o kadar korkmamıştım. Eve gelince ilk işim her yeri kontrol etmek oluyordu. Yatağı, koltuğu, banyoyu, havayı. Parfüm kokusu, sevişme kokusu. Bulamayınca seviniyordum. Sevinçle karşılıyordum Tahir’i. Aferin diyordum. Beni daha çok seviyor bak.
Yakut kupa elime ağır geliyor, karşıdaki oğlan Birsen Tezer dinliyor. Bir seferinde Kadıköy’de, yerin dibinde bir yerde dinlemeye gitmiştik, şarkıcının o kendinden geçer gibi söylediği her şarkıya eşlik etmişti Tahir. Sonraki günlerde durmadan bu şarkıyı mırıldanmıştı, sinir oluştum. Bana söylemiyordu, biliyordum. Dönmek ne mümkün, diyordu, düştüm sevdana. Kalkıp camı kapatıyorum. Hasretle bitecek yolumuz, aman efendim canım efendim konuş biraz, sarıl biraz. Sözler içeriye sızıyor. O sabahı hatırlatıyor. Açık camın önünde, üzerimde ince bir pike. Ayağımı pufa uzatmışken. Akşam çöküyor dağların üstüne, çaresizlikse yüreğime, bırak seveyim, seni sadece bir gece… şarkı, şiir, radyo, gece, şarap, kalp, kriz, ambulans…
Tahir’e bakmaya gittim sonra, üzerini örtmeye. Yataktan inmek ister gibi. Bacakları aşağıda. Kolları tutunmak ister gibi uzanmış benim olmadığım boşluğa. Gülmüştüm önce, şaka yapma kalk demiştim. Gidip sarılmıştım beline. Gitmişti çoktan. Cenazeye gelenlere hatasız kul olmaz diyordum. Errare humanum est. Gibi.
Rabbiyesir
Sol yanımda oturan kadın hiç durmadan konuşuyor. Ellerine bakıyorum, yüzüne bakasım yok. Sesi tatlı, sadece hiç susmuyor. Daha önce de geldim, diyor, ben her sene gelirim. Aslında yediye tamamlayacağım, niyet ettim. Hem Mevlana hazretlerine hem de Şems’e. Susuyorum. Bu senenin mevzusu Vefa’ymış diyor. Benden vefalısı yok kanımca, diyor. Üzülüyorum. Pencere kenarında oturmayı seviyormuş otobüste. Sonra bana dönüyor, cıvıldayarak, ben çok baktım bu manzaraya, isterseniz yer değiştirelim, diyor. Gülümsüyorum, yok, diyorum, ben burada rahatım. Azıcık sussun istiyorum. Düşünecek çok şeyim var. Geride bıraktıklarım mesela. Beni burada bir şeyin beklediğini hissediyorum ama ne, onu bulamıyorum. Sarışın kadın Konya’nın yemeklerini anlatmaya başlıyor. Kuzu etini ne kadar çok sevdiğini, bamya çorbasını, etli ekmeğini. Kıpırdanıyorum. Koridorda dönüp arkama bakıyorum. Boş yer var mı acaba, bunu düşünürken bir yandan çok ayıp ettiğimi de düşünüyorum. Rehber anlatıyor elinde mikrofon. Ahde vefa, dosta vefa, yoldaşa vefa, yola vefa, aşka vefa… Gönlüm yıkık. Kayboldum, belki yoluma bir ışık bulurum diye geldim buralara. Uzaktan yeşil minare görünüyor. Soğuk. Hafif bir kar atıştırıyor. İzmirli olduğum belli, üzerimde ceketten hallice bir kaban. Son dakikada çantama attığım kocaman kırmızı kareli bir şalla ponponlu bereye sığınıyorum Mevlana’dan önce. Bu bereyi aldığım yılı düşündüm, o zamanlar Berlin’e gitme planımız vardı. Alexanderplatz merkez üssümüz olacaktı. İki metro durağı aşağıdaki hostel’de kalacaktık. Mitte bölgesini dolaşacaktık önce. Katedraller, müze adası, bizden, Ortadoğu’dan çaldıklarını sergiledikleri Pergamon müzesi. Tiergarten, Kreuzberg filan. Gece mutlaka takılacak, bol bol içecek sonra da sevişecektik. Ponponlu bereyi bir çeşit yatırım olarak almıştım ilk. Evrene yollanmış bir mesaj. Şehrin mutlaka görmemiz gereken yerlerini çalışırken içimde dolup taşan bir heyecan. Mağaza mağaza dolaşıp buz gibi Berlin için kaban bakıyordum. İçlik alacaktım, kar botu. Settar gülerek izliyordu beni. Kabanını ben alırım İstanbul’dan demişti. Buralarda aradığını bulamazsın demişti. Gülmüştüm. Aradığımı bulmuştum.
Yanımdaki kadın koluma dokunuyor. Sol koluma. O kadar ağrıyordu ki kolum, dokununca kanıksadığım ağrıyı fark ettim yeniden. Sol yanım. Hep ağrıyor. Tanımadığım bir kadın bana kendini anlatıyor. Yüzüne bakıyorum. Mavi gözlü, yanaklı, fönlü saçları. Güzelce bir kadın. Bana benziyor. Ama daha tombulu. Kardeş kardeş oturuyoruz. Eminim soran olur, kardeş misiniz, diyen. Hepimiz kardeşiz. Kadınlıktan gelen. Bu aralar ağaçlara merak saldım, ondan önce mitoloji, ondan da önce şamanları merak ettim, diyor. Okuduğu kitabı gösteriyor. Bitkilerin Bildikleri. Bizden çok biliyorlar, diyor. Durmadan merak ederim ben, diyor. Seni mesela, kim kırdı acep diye düşündüm seni görünce, diyor. Bu kızın yanına oturmalıyım dedim hemen, nereden gelmiş, niye gelmiş, kimi kimsesi var mı, dedim kendi kendime, diyor. Ağzımı açmıyorum. O benim yerime de konuşuyor. Kalbimin ortasındaki çatlaktan soğuk giriyor içeriye. Hadi diyor bana, inelim. Geldik. Şaşkın bakınıyorum. Küçük bir çığlık atıyor kadın, dönüp bakıyorum. Üstünüz çok ince diyor, başka bir şey almadınız mı yanınıza? Yok, diyorum, bu yeter, üşümem ben. Kadın çantasından eldiven çıkarıp veriyor bana, giy, diyor kesin bir tavırla. İstemiyorum aslında. O eldiveni takınca bağlanacağım sarışın kadına, benim için bir şey yapmış olacak, ben aldığım anda…
İnenleri bekliyorum, elimde yün eldivenler. Ağır ağır iniyorum otobüsten. Soğuk havayı hemen anlamıyorum. Bere elimde. Çoğu sarışın bir sürü kadın, birkaç tane de sürüklenip getirilmiş ya emekli ya emekliliği yakın adam. Koca. Bırakıp gelememişler. Ya da belki adamlar yalnız kalamıyor. Rehberin etrafında kümeleniyoruz. Anlattıkça anlatıyor. Dinle, diyor. Sarışın kadın koluma giriyor. Ben bunları daha önce dinledim, diyor, biz içeri girelim, hava da soğuk, sandukaları görün, diyor. Kolumu çekiyorum. O eldivenleri almayacaktım. Eldivenli elimi tutuyor. Hayretle kadına bakıyorum. Elimi tutup beni içeri doğru sürüklemesine direnemiyorum. Oysa Dinle diyor grubun ortasındaki adam. Settar’ a benziyor. Uzun boy, hafif