Faruk Yiğit Araz

İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR


Скачать книгу

yapabilecek herhangi bir sosyal aktivitenin olmayışının doğurduğu bıkkınlık ile hayatını sürdürmeye çalışıyordu İlker.

      İnsanları anlamak, insanların vecalarına ecza olmaya çalışmak bunca kötülük içindeki en muazzam iyiliktir. Fedakârlık, kendi canından vazgeçip başkalarına can olmaktır. Doktor İlker de kendi canından vazgeçeli epey bir zaman olmuştu ama aynanın karşısına geçip kendi halini görmekten, kendine acımaktan, kendine çareler aramaktan yorgundu ve cesareti kalmamıştı. Böylesi bir duruma düştüğünü bir türlü kabul edemiyordu. Her imdat diyene yetişen, her çıkmaza düşene bir yol gösteren terapist İlker, kendi yolunu kaybetmişti. Yazmış olduğu ilaçlara ne kadar ihtiyaç duyduğunun farkında olmasına rağmen gururuna kenetlenip bir türlü yıkamamıştı tabularını.

      Akhisar’a geldikten birkaç ay sonra, kendisine muayene olmaya gelen Elif ile tanışıp birbirlerine sevdalandılar. İki ailenin ortak kararı ile nişan yapıldı. Düğünün yapılmasına bir ay kalmışken, davetiyeler basılmışken, düğün salonu kiralanmışken, gelinlik ve damatlıklara provalar yapılmışken, son zamanlarda Elif’in uzak durmaları, soğuk konuşmaları, görüşmeleri reddetmeleri İlker’de hayatına mal olacak etkiler bırakmaya başladı. Bir insana ilk defa bel bağlamanın, bir insana ilk defa ihtiyaç duymanın acziyeti içine düşmüşken ve bütün bunları giderecek kişinin Elif olduğunu düşünmüşken, bu şekilde bir soğukluk ve ilgisizlik İlker’i büyük bir çıkmaza sokmuştu. Nihayetinde beklenen son, Elif’in babasının İlker’in babasını arayıp, “Kızım yüzüğü atmak istiyor, bu ilişki yürümüyor, evlenip boşanma eşiğine geleceklerine, daha tam bir isim konulmadan bitmesi en makulü olur,” demesi ile gerçekleşti. İlker’in babası, karşı tarafın vermiş olduğu karara saygı duyup telefonu kapattıktan sonra oğlunu arayıp durumu izah ederek, “Hayırlısı buymuş, nasip değilmiş” deyip teselli etmeye çalışsa da, İlker hiçbirini dinlemiyordu, hayal kırıklığının onu düşürmüş olduğu boşlukta bir ışık, bir yol aramanın peşine düşmüştü. Muayenehanesine gitmez oldu. Telefonlarını kapatıp, uzaklara gitti. Aylarca kimse varlığından haberdar olamadı. Kayıp ilanları, hastane başvuruları, karakollar, hepsi boş bir çabadan ibaretti.

      Yedi ay sonra, unutmaya değil de kendilerini avutmaya çalıştıkları bir sırada gelen telefon ile irkildi tüm aile.

      “İlker Özkan’ın babası ile mi görüşüyorum?”

      “Evet buyrun, oğlumdan bir haber mi var? Yaşıyor mu? Yalvarırım bana bir müjdeli haber verin.”

      “Efendim, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nden arıyorum, tüm ısrarlarımıza rağmen öğrenemesek de, Emniyet Müdürlüğü’nden gelen yardım ile sizin oğlunuz olduğunu öğrendiğimiz İlker Özkan, hafıza kaybı nedeniyle hastanemizde yatmakta. En kısa sürede ziyarette bulunmanızı ve gerekli tedavilerin yapılması için izninizi rica ediyoruz.”

      İki ay sonra İlker’e Alzheimer teşhisi konuldu.

      İlker’in durumundan haberdar olan Elif daha fazla dayanamayıp, kendi evinde, gece üç sıralarında, İlker ile almış oldukları gelinliği tavana bağlayıp intihar ederek canına son verdi.

      Yaşamak Direnmektir

      “İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.”

      Çocukluğumun toz yuttuğum günlerini arıyorum çoğu zaman. Büyüdükçe yakama yapışan hayatın çamurunu silkelemekten yorgunluğum kat kat artıyor. Eski günlere dönmek ve orada sıkışıp kalmak istiyorum. Masumiyetimi yitirdiğim bu çağda, çoğu şeyi anlamanın, erken kavramanın ve yaşamak adına vermiş olduğum kavgaların bıkkınlığından bizar oluyorum.

      Mağaza vitrininde gözüme ilişip bir hevesle aldığım, bir iki giydikten sonra gardıroptan çıkarmadığım, üzerimde mankende durduğu gibi durmayan kıyafetlere benziyor hayatım. Bin heves ve bin ihtiras ile seçmiş olduğum insanlar geleceğime ışık tutacağına, beni tamamlayacağına, eksiklerimi dolduracağına, yaralarıma merhem olacağına, inandığım sevgililer bende telafisi olmayan bir tesir bıraktı.

      Adından sıkça söz ettiren, kısa sözlerinin duvarlarda, cafe’lerin çay masalarında gözüme iliştiği, merakla aldığım bir kitabın on sayfadan sonrasını okumadığım bir iştahsızlığa dönüştü bende sabaha uyanma isteği.

      Duymuş olduklarım, görmeden inanmış olduklarım beni bir uçurumun kıyısına getirdi. Ölsem yapmış olduklarımdan, kalsam yapmamış olduklarımdan utanç duyacağım.

      Bu durumdan kurtulmak adına, bu arafta kalmamak adına insanların arasına karışıyorum. Sorular soruyor, cevaplar arıyorum.

      Ömrünün son demlerini cami cemaati ile geçirmeye çalışan, bunun avuntu ve gecikmişliğinden hicap duymasına rağmen bunu ısrarla yapmaya çalışan ihtiyarın, hayata ve yaşamaya olan soğukluğu bizimkisi.

      Telefonlarımıza indirdiğimiz oyunlardan, Instagram fenomenlerinden, Youtuber’lerin saçmalıklarından, yemek programlarından, yeşil sahalardan, kahvehane sırçalarından sıkılmış hayatlar yaşıyoruz.

      Hayatından memnun olan yok, herkes gitmek istiyor. Bir adım öteye, binlerce kilometre uzaklıklara, ya kendini bulmak, ya kendinden kaçmak için gereken ne kadar mesafe varsa, o kadar gitmek istiyor herkes.

      Herkes bir biçimde kendi hikâyesinin sonunu getiriyor, hiçbir şey yarım kalmıyor dünyada. İnsan nereye kaçarsa kaçsın böyle bu. Yani mesele hayatı yarım bırakmak değil, olamaz da. İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.

      O yüzden…

      Hayat ki, kalıp direnmektir.

      Ölümün Sermayesi

      “Sizin hiç babanız öldü mü?

      Benim öldü, kör oldum.”

Cemal Süreya

      Sadık Şendil’in kaleme aldığı 1975 yapımı “Bizim Aile” filmindeki gibi fakat “zengin kız-fakir oğlan” klişesindeki Yaşar Usta’nın Saim Bey’e “sen mi büyüksün, yoksa ben mi?” repliğine benzeyen bir kara kaderin hikâyesi.

      Varlığın yoksunluk, yoksulluğun varlık olduğu, haram lokmadan imtina edilen, “izzetinden ve şerefinden” başka serveti olmadan kız isteyen, “izzet ve şereften” başka hiçbir şeye bakmayan insanların olduğu, taziye dolayısı ile televizyon ve radyolara beyaz örtü çekilen, siyah takımın altına beyaz çorap giyilen, Maltepe’nin üretildiği yıllar.

      Mektupların pullandığı, mendillerin koklandığı, pencere diplerinde sabahlandığı, Ferdi Tayfur’un, Müslüm Gürses’in, İbrahim Tatlıses’in, Hüseyin Altın’ın keşfedildiği ve sanatında zirve yaptığı, kadınların beyaz tülbent başörtüleri örtündüğü yıllar.

      Nazar boncuklarının, şahmeranların, ipek geyikli kadife halıların duvarlara asıldığı, krem kumaşa işlenen gül figürleriyle dolu perdelerin takıldığı, renkli lastik ayakkabıların üretildiği yıllar.

      Bitlis’in Taş Harman köyünde yaşayan İlyas, boya badana işleri dolayısı ile Muş’a gelip çalışıyordu. Amcasının evinin de orada olması münasebetiyle pek köye uğramayan İlyas, iş için gittiği evde Neriman’ı görmüş ve ona sevdalanmıştı. Amca kızını aracı ederek birkaç kez mektup yollayıp konuşmayı denemiş, Neriman’ın reddedişi ve umursamazlığı onu yıldırmamıştı. Son olarak memlekete gidip anne babasını Neriman’ı istemeye yolladı. Neriman’ın ailesi, “Bize biraz zaman verin, kızımıza da danışalım sonra bir karara varırız, neticeyi bir hafta sonra size bildiririz,” diyerek İlyas’ın ailesine yol gösterdi. Kıza danışmanın