Faruk Yiğit Araz

İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR


Скачать книгу

ne olacağız? Bizim yaşadıklarımız ne olacak? Hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi?”2 Üzerime hayatın lekesi bulaştı. Hamurunda yoğruldum iyice dünya denen bu hanın. Abartısız söylüyorum, o kadar acı ve ıstırap dolu günler yaşadım ki, şimdi şu aciz kelimelerle dile getirmeye çalışsam, kelimelerin hafifliğinden, tesirsizliğinden, çekmiş olduğum acının kuvvetine hayıflanacağım.

      O kadar kötüydü ki, kelimelerin basitliği ile anlatamamaktan ve anlatmaya kalkışıp ifade edememekten korkuyorum. Beni anlıyor musunuz? Bazı acıları yazamazsınız, bazı acıları anlatamazsınız, bazı acılar yaşanır sadece. Sızı gider, izi kalır insanda.

      Sebep o ki, bu iz üzerimden silinmesin diye, hayatın bu lekesi o masumiyetini yitirdiğim hatıraların önüne geçmesin diye uzun uzun yalvardım Allah’a. Mutluluktan vazgeçeli bir hayli zaman oldu. Karşıma acılarımı, külfetlerimi, kirpiklerimin arasına dolanıp uyumama mani olan şeyleri alıp uzun uzun düşündüm. Bir adım bile atmaya üşendiğim, gençliğimde hoyratlıkla gözü kapalı girdiğim sevda savaşlarına bir daha atılmamaya karar verip, içimde bir nebze kalan yaşama umudunu kaybetmemek adına hatıralara ayırdım kalan ömrümün tamamını.

      Birlikte yürüdüğüm yolları, oturduğum çay bahçesini, ince bardağın alnına yapışıp kalan dudak izlerini, dünyayı değiştirmek adına bize rehber olacağına inandığımız Dostoyevski, Gazali, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre’leri, altını çizdiğim cümleleri, üstünü çizemediğim meseleleri düşündüm.

      Sonra ne kadar gizlemeye çalışsam da hüznümü aşikâr kılan gözlerime, yüzüme yakışmayan bir tebessümle kadraja yansıyan fotoğraflara uzun uzun baktım. Sakallarımın terlemeye yüz tutmuş ilk çağından beyazlarını ayıklamaya başladığım son günlerine kadar uzun uzun inceledim. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılacaksa o kadar baktım. Bir fotoğrafta kaç defa ölünecek ise o kadar uzun baktım. Bir fotoğraf insanın beyninde canlandırılırken kaç paket sigara bitirilirse o kadar uzun baktım.

      Henüz kendim olduğumu bilirken, bir başkası olmaya kalkışmamışken henüz, caddelere atamamışken kendimi hâlâ, uzun uzun baktım fotoğraflara. Baktığım yerde kendimi bulamadım.

      Geçmişimdeki insanları düşünüyorum. Gözlerine bakıp kaybolmak istediğim, boğulmak istediğim mavi gözleri düşünüyorum. Zeytin siyahı mı, koyu kahve mi diye düşünürken, hatırladım şimdi, koyu kahve! Gözlerinin içinde babasız kızları, savunmasız çocukları, mülteci kamplarındakileri… Uğruna ne savaşlar verilmiş, ne geceler uykusuz geçirilmiş, oturup bir çay içmek için ömür verilmişleri… Bir kez olsun bakmak için ölecek adamların bakamadığı o gözleri… Dalıp gittiğim, pişmanlıklarını gördüğüm kadınları düşünüyorum.

      Bin vaatle kandırıp, evlenip, sonra sokak ortasında acımadan, gözü dönmüş bir şekilde elindeki bıçakla vücudunu delik deşik etmeye çalışırken, “O kadına dokunma lan,” diye ellerine sarılıp kadını kurtardığım o aşağılık adamı düşünüyorum.

      Gecelerce özlemiyle kavrulduğum, sokağını yurt edindiğim, ayak bastığı yere “Burada hazine var” dediğim, hasretle, sevgiyle biriktirdiğim yarım kalan cümlelerimle yâd ettiğim kadını düşünüyorum.

      Ne yapıyorlar acaba?

      Unutmuşlar mı beni?

      Acaba onlar da benim düşündüğüm şeyleri düşünüp yutkunuyor mu?

      Bir hıçkırık düğümleniyor mu boğazlarında?

      İyilik yapmayı esirgemediğim,

      Fedakârlıklarımı gizlediğim,

      Ardından gizlice dualar ettiğim bu insanlar gerçekten unuttular mı beni?

      Unutmanın bir ilacı var mı gerçekten?

      Gebe bir kadının gece yarısı karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi, her gece beni tekmeleyip uyandıran bu kâbuslarla hemhal oldu mu onlar da?

      Onlar da sabahı getirdiler mi?

      Tevekkül ettiler mi hiç Ezan-ı Muhammed’in ardından?

      Onlar da pişman oldu mu bunca şeyden?

      Umarım olmuşlardır.

      Umarım düştüğüm kuyuya onlar da düşmüştür. Bunun aksini düşünmek bile istemiyorum.

      Bunca mutluluktan, bunca iyilikten kalan hüzün bir benim omuzlarımda değildir umarım.

      Muhakkak bir başkası da bunun için bir bedel ödemiş olmalı, değil mi? Çünkü ben bütün bunların üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyorum.

      Biriktirdiklerim, bir zaman sonra canımı yakmak için sinsice bekliyormuş meğerse. Size tavsiyem, anı biriktirmeyin, konakladığınız ve soluklandığınız yerleri çoğaltmayın. Bir insan ile ne kadar çok zaman geçirdiyseniz ve ne kadar çok hatıra biriktirdiyseniz, o kadar çok acır içiniz zaman geçtikçe/zamanı geldikçe. Çünkü zaman denilen şeyin geçtiğine bir türlü inandıramıyorum kendimi. Geçmiyor, geliyor zannımca. Güzel günler geliyor, umutlu günler geliyor, acılı günler geliyor, gülüp geçtiğimiz günler geliyor, ağladığımız günler geliyor, sevdiğimiz günler geliyor, bir daha sevemeyeceğimiz günler geliyor. Yaşadıklarımız, yüklerimiz hiçbir yere gitmiyor.

      Bir uyku hali…

      Bu halvetten söz edecek olursam…

      Uykunun yavaş yavaş tedavülden kalktığı bir çağdayız artık.

      Sonunu ısrarla merak ettiği kitabı gözleri ile yutan ve bir yandan da bitmesin diye yavaş yavaş okumaya gayret edip sabahlayanlar…

      Çayın demine, insanın muhabbetine kapılıp, bir ara soluklanıp saate bakarak, “Hadi ya, sabah mı olmuş? Hiç fark etmedim” diyenler…

      Bahtı, karanlık geceden daha kara olanlar, kederinden ciğeri sönenler, uğruna öldüğü kadının, ölümünü görmesini dileyenler, “Altı dal sigaram beni sabaha atar mı?” diye düşünenler…

      Teheccüde kalkanlar, yatağından kalkamayanlar, insanlardan kaçamayanlar, kendine yaklaşamayanlar…

      Velhasıl hepimiz, hayatın işçileriyiz.

      Vefa

      “Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi,

      Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.”

Didem Madak

      Kat atılacak diye çatısı yapılmayan, çatısı yapılacak diye dış kaplaması vurulmayan, dış kaplaması vurulacak diye boya badanası atılmayan, ruhsuz, renksiz, gri evlerin arasında sıkışıp kalmış insanlardan söz etmek istiyorum.

      Manken olamadığı için garson olan genç kızların yüreklerinden söz etmek istiyorum. Bizim kenar mahallenin süslü kızlarından. Camı çatlak telefon kullananlar, ağabeylerinin korkusundan giyemedikleri dar pantolonları odalarındaki ayna önünde prova yaparak kendilerini avutanlar, hatıra biriktirenler, unutamayanlar, bekleyenler, sevmekten usanmayanlar, hiç huzurlu olamayanlar, varoş mahallelerden çıkıp, halkın mümtaz kesimin olduğu mekânlara ayak uydurmaya çalışanlar, kutsal bir emanet gibi sevdikleri kitabı göğsünde tutanlar, teki çalışan kulaklık takanlar, gururundan söyleyemeyenler, söylediğinden pişman olanlar, çeyiz biriktirenler, sigaraya başlayanlar, çok kullanılmış ve kendisine gelirken müzik çalar dışında hiç ir fonksiyonu kalmamış telefona yükledikleri müzikleri tekrarlayanlar, aldanan kızlar, aldatanlar da var, onlar ayrı. İhanete uğrayanlar, ihanet eden de var, onlar ayrı. Terk edilenler, terk edenler de var, onlar ayrı. Yetim büyüyenler, yetim bırakanlar da var, onlar ayrı.

      Ben şimdilik