de yeryüzünde bu duyguyu bir kutsiyet gibi boynunda taşıyan yalnızca kadındır.
Dünya denilen mutfağın en elzem ihtiyacıdır kadın. Tabiatın anasıdır.
Bir sözü ile devletler yıkan, bir sözü ile silahlar patlatan, bir sözü ile saltanat kurduran, bir sözü ile dünyayı cennet kılan kadınlardan söz etmek istiyorum.
Şimdilik bunlar burada kalsın. Anlatacağım bu konuyu tekrar. Ama kadın derken benim aklıma hep o arafta kalan, sonu muamma olan Sevil gelir, onu anlatmak istiyorum.
Sevil!
Babası bu ismi koyduğuna milyonlarca kez pişman olmuştur zannımca.
Sevil.
Muhakkak herkes ister sevilmeyi.
Ve herkes bilir sevmeyi.
Yeterince bariz zaten haşyetle sevmelerin ve sevilmelerin sonu.
Bu kadar hayal kırıklığını, öfkeyi, nefreti, yarım bırakışı, ihaneti ben yapmadım herhalde değil mi?
O zaman neden ben yapmışım gibi kafamın içinde dolanmakta? Neden yarı çıplak bırakılan kadın ben oluyorum? Neden bıçaklayan adam benim? Neden gecenin bir yarısında plakalarını söküp, farlarını söndürüp ormana doğru ilerleyen aracın içindeki adamın yanında duran kadının göğüs kafesindeki “güm güm güm” sesini ben işitiyorum?
İki yıldır bütün çabalarıma, bütün direnişlerime rağmen, sürükleyerek götürdüğüm ilişkimiz beni artık tahammülsüzlüğün zirvesine oturtmuştu. Bana karşı tutumu ve tavırları, benim ne kadar ucube olduğumu düşündürürken, bu duruma daha fazla katlanamayacağımı anlamıştım. Halbuki çok sevmiştik eşimle birbirimizi. 1. no’lu sağlık ocağında görev yaparken atanmıştı yanıma. Onu sevmeye o kadar alışmıştım ki, ikinci bir olasılığın olma ihtimali, birinci olasılığın olmasından daha zordu.
Elif gerçek anlamda zor bir insandı, ben de öyle. Konuşmaya başladığımız zamandan evlendiğimiz ilk üç yıla kadar herhangi bir sorun yoktu. Onun beni sevdiğini düşünüyordum. Gerçi hâlâ öyle düşünüyorum. Sevginin tanımı hiçbir zaman tam manası ile anlaşılamadı tarafımdan. Ya ben sevmeyi bilmiyordum ya da bu gönül işleri beni aşıyordu. Aştı da.
Bir zaman sonra, yani evliliğimizin üçüncü yılından sonra sabır ile yoğrulan ben, artık kendime bile tahammül edemez hale geldim. Elif’le iki çocuğumuz olmuştu. Nüfus dairesine ellerimizi sımsıkı sararak girerken, şimdi o koridorlarda eşimin, yani eski eşimin bana nefretini duyuyordum. Boşanmak istedik, çok kez gidip geldik mahkeme koridorlarında ama yapamadık. Eşim, yani eski eşim çalıştığı sağlık ocağından tayin isteyip gitti. Anlatması güç şeyler yaşadım. İnanın, kafanızda kurduğunuz gibi basit bir acı değil bu. Gecelerce uyumadan, sabaha kadar telefonun ucunda bekledim arar da, uyursam açamazsam korkusu ile. Aramadı. Korkularım da bitmedi. Bir gece yine korkularım diken olup yatağıma batarken, sabah saat dört sularında evden çıktım. Alnım secdeden uzaktı artık. Allah’ı unutmuş muydum bilemiyorum ama hatırlamanın utancı vardı üzerimde. Ezan okunuyordu. Dalıp gittim müezzinin sesine. Sanki müezzin o güne dek biriktirmiş de içindeki muhabbeti, ben o sokaktan geçerken bana aksettiriyordu. Sanki Resulullah, “Bugün sen oku sabah ezanını” diye ricada bulunmuştu. Öyle içten, öyle manalı, öyle uçurumlara gelgit yaptırıyordu. Aklıma Beyazıd-i Bestami hazretlerinin sözü geldi;
“İhtiyari olarak Allah’a kulluk etmezsen,
Gayri ihtiyari olarak Allah kula kulluk ettirir sana.”
Silkelenmek ve kendime gelmek istedim. Ellerimi ceplerime iliştirip uzun uzun dolaştım. Düşünüyordum, kara kara düşünüyordum, bu işin üstesinden nasıl gelebilirim diye, bu işin sonunun nasıl olacağını kestiremeden düşünüyordum. Aklım, kalbime hükmünü geçiremiyor, kalbim ısrarla aklım ile hareket etmek istemediğini beyin hücrelerime anlatmaya çalışıyordu. Bedenimde bütün bunlar olurken, gecenin karanlığı, bana artık kasvet olan hüznü pembe bir kızıllıkla karışık mavimsi renge dönüşmüştü. Saate baktım, sabahın altısı. Yürümeye devam ederken sokağın diğer ucunda beliren bir cisim dikkatimi dağıttı. Yaklaştıkça belirginleşen bu cisim, bir insan gölgesine benziyordu. Aramızda otuz metrelik bir mesafe kalmıştı ki bu kişinin Haşim abi olduğunu gördüm. Selam verdim. Bu saatte burada ne yaptığını sordum. Tabakasını açtı ve bir sigara sardı.
“Sevil, Sevil’i bekliyorum ağabeyim. Sabah buradan işe gidecek köy okuluna. Öğrencileri bekliyor. Hiç geç kalmadı. Hep vaktinde gelir. Yedi dakika sonra burada olur”.
Şaşırdım ve emin olmak için bir daha sordum:
“Sen şimdi bu saatte Sevil’i bir kez görmek için mi bekliyorsun?”
“Evet, ne var bunda?”
“Yok, bir şey yok. Sevindim tabii ki.”
Sevinmek zorundaydım çünkü o sevdiğini görebilmenin bahtiyarlığına kavuşmuştu. Ben ise bahtiyar olduğum şeylerin acısına katlanıyordum artık.
“Tanrım! Ne kadar korkunç! Elde olanı kaybetmek ne kadar korkunç!” diye söylendim.
Aylar birbiri ardınca bu şekilde ilerledi. Benim acılarım da bunlardan geri kalmadı. Derken, bir haber geldi mahalleye; Haşim abi Sevil’i kaçırmış. İki gündür kayıplar ve her yerde aranıyorlar. Bütün mahalle şaşkınlık içindeydi. Sonra bilenlerden öğrendik ki, Haşim abi Sevil ile konuşmuş. Aşkını itiraf etmiş. İlk zamanlar reddetse de zamanla gönlü kaymış Sevil’in de.
Haşim abi ailesini gönderip istetmiş fakat reddedilmiş. Bir kaç kez ısrar etmiş. Olmamış. Yedi defa istemeye gitmişler, yedisinde de güller elinde boynu bükük kalmış Haşim abi. Sonunda kaçma kararı almışlar ve kaçmışlar. Mahalleli durumu tam anlamıyla öğrendikten sonra Haşim abiyi bırakmadı. Daima yanında oldular. Bir hafta sonra mahalleye getirip, Haşim abinin durumu olmadığı için düğününü yaptılar.
Haşim abi ve Sevil’in üç çocukları oldu.
Duyduğumuza göre Haşim abi son bir kaç yıl tefecilerle takılıyor, lüks arabalara biniyor ve sürekli, “İkinciyi getireceğim,” diyordu. Tefecilerle başı belaya giren Haşim abi, nereden geldiğini anlamadığımız paralarla aldığı evini sattı. Kiraya yerleşti. Sevil yine sitem etmedi. Aç kaldılar Sevim ağzını açmadı. Tencere kaynadı. Kaynayan ciğer miydi, keder miydi kimse bilmedi. Gizli tuttu daima Sevil abla. Öğretmenlikten de eşi istemiyor diye istifa etmişti. Onun da elinde avucunda yoktu.
Haşim abi Sevil’e değil de Sevil’in eşine olan bu iyimserliğine, vefasına, sadakatine daha fazla katlanamadı ve boşanma kararı aldı. Bu kararı yalnız başına aldı. Sevil, ağzını açmadı. Boşandılar. Haşim abi hemen yeni bir evlilik yaptı. Sevil de baba evine döndü çaresiz.
Bir yıl geçmedi ki, yeni eşi Haşim abiyi bırakıp, eline düştüğü tefeci Erkan’a kaçtı.
Kiralık evden de kovulan Haşim’in durumunu öğrenen Sevil, yalvara yakara onun iç güveysi gelmesi için babasını razı etti. Yeniden evlendiler. Annesi ne zaman Sevil’e baksa, Sevil şöyle söylendi:
“Benim kocam yıkılmaz, toparlanacak ve beni ilk günkü gibi sevecek.”
Öyle mi oldu dersiniz?
Heyhat.
Kocası yıkıldı, toparlanamadı. Bunca iyiliğe ve fedakârlığa dayanamadı, intihar etti. Kocası, sevemedi.
Mahalleden duyduğumuza göre Haşim abi intihar ettikten birkaç saat sonra Sevil koşarak mahalleden uzaklaştı. O günden sonra da onu gören olmadı.
Seviyorum