Faruk Yiğit Araz

İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR


Скачать книгу

olmadığı için doğudaki hemen hemen tüm gençler para kazanmak için, aileye kenetlenmek ve sahip çıkmak için batıya yol alır, aylarca dönmezdi. İlyas da evliliğinin ilk yılı eşiyle birlikte kalmak, ekmek bulmak için çok çaba sarf etse de, aldığı işleri yarı fiyatına yaparak dirense de nafile, kalamadı. İlk çocukları Ferdi’yi kollarının arasına almanın bahtiyarlığına kavuştuktan sonra, evliliklerinin ikinci yılında o da omuzlarına “ekmek davası” denilen bohçayı yüklenip gitti.

      Gidip-gelme serüveni, ekmek için yapılan hicretler beş çocuğu olana dek dokuz yıl sürdü. Aylarca gelmiyor, geldiği vakit iki hafta kalıp tekrar gidiyordu. Kıt kanaattiler. Nüfus arttıkça geçimleri azalıyordu. Çalıştıkça tüketiyor, tükettikçe çalışıyordu. Bırak yastık altına atacak bir çeyrek altını, en küçük kız çocuğunun altını değiştirecek paraları olmadığından, evin kadını Neriman, marketten üçer beşer fazladan aldığı şeffaf poşetlerle altını değiştiriyordu kızının.

      Dokuz yılı bu şekilde atlattılar. Son olarak Trabzon’un Beşikdüzü ilçesini Ardıçatak köyüne bağlayan karayolunda asfalt ve kaldırım yapımı işi için bir şirkete başvuruda bulunmuştu. Müteahhidin haberi ile çocuklarına ve eşine veda eden İlyas, çalıştığı esnada, yol kenarına üst üste dizilmiş kaldırım taşları kendisini gizlediği sırada, başının bütün bölümü süratle ilerleyen aracın lastikleri arasında ezilerek vahim bir şekilde dünyaya gözlerini yumdu.

      İş güvenliğinin olmayışı, çarpan şoförün hız ihlali, sigortasız çalıştıran şirket, davalar, mahkemeler derken, İlyas’ın ailesine “iki yüz seksen altı bin” lira ödendi.

      Varlığı ailesini doyurmaya bile yetmezken, yokluğu servet olmuştu. O acılar, o yokluk, aylarca gelmese bile odanın bir yerinde kendini hissettiren sıcaklığı, hiç masada olmasa bile daima başköşede dolu olarak duran tabağı, yerini sessizliğe ve kimsesizliğe bırakmıştı.

      Ölen, arkada kalanı düşünmeden ölüyor. Ölen, ölümü bilmiyor.

      Kalanlar, gidenler ile her gün ölüyor aslında.

      Bu ölüm, masada başköşede duran tabak gibi, ayakkabılıkta başköşede duran ayakkabı gibi, duvarda orta yerde duran fotoğraf gibi dursun bir yerde. Bu hikâyenin sonrası var çünkü.

      Babasının ölümünün ikinci yılına kadar sabreden Ferdi, artık tahammülünün kalmadığı bir duruma gelmiş ve o boşluktan çıkamamıştı. Bu boşluğu, teselli etmeye çalışan, sırtını sıvazlayan, cebine harçlık bırakan, yanında çalıştıran, kılık kıyafet aldıran mahallenin ağabeyleri doldurmaya çalışsa da nafile. Dolmamıştı ve dolamazdı da.

      Babası ölen her çocuk, eksik bir çocuktur. Tamamlanamamış bir yaradılıştır. Noksandır, yarım pompalanan bir kalptir.

      Bir de her şeyi unutturacak bir ilaç olduğunu düşünüp, acısını bir nebze olun unutturmaya çalışıp cigara içen ve içiren ağabeyler vardı. Hep var olsunlar, hep olsunlar, beter olsunlar, kahrolsunlar. İflah olmasınlar.

      Bu ağabeylerden biri Ferdi’ye birkaç defa aşılamış ve kendisine cigara ikramında bulunmuştu. Ferdi, geç de olsa yapmış olduğu şeyin farkına vararak tövbe etmiş ve mahalledeki diğer ağabeylerin elini uzatarak onu getirdiği dergâha çöreklenmiş, orada demlenmişti. Yıllarca dergâha gidip ilim irfan sahibi olmaya çalıştı. Vakit namazlarını kaçırmadı. Öyle ki, günün herhangi bir vakit namazını kılmaya gittiğinde abartısız bir saatten önce döndüğü görülmemiştir. Teravih mi kılıyorsun diye gülünç duruma düşmesi de kanıt olsun buna. Dergâh okul, okul ev diye birkaç yıl rutin bir hayat sürdürdü. Okumanın başka türlü bir okumak olması gerektiğini anladığında ise lise hayatına son vererek bir işe girip çalışmaya başladı. Her şey güzeldi. Ama son zamanlarda Ferdi’nin dergâhtaki çevresi yerine torbacısı, cigaracısı, kenar mahallede elinde sustalı dolaşan cepçisi vardı. İlk zamanlarda bu çocukları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmaya çalışıyor diye düşünsek de, gerçek çok geçmeden ortaya çıktı. Neriman abla bir öğle vakti evin balkonuna çıkıp “yetişin” diye bağırdı. Orada bulunan kim varsa, soluğu evlerinde aldık. Ferdi’nin akrabaları, tanıdıkları ve tanımadığı kim varsa salondaydı. Ferdi, kafası önüne eğik, eli ayağı titrek bir şekilde, gövdesini bir ileri bir geriye atarak gözlerini halının desenine iliştirmiş gidip geliyor. Gözlerinin içi kan kırmızısı mı demeliyim, gök kızılı mı demeliyim, evet kan kırmızı. Kan vardı orada. Doyamadığı, son kez konuşamadığı, öpemediği, sarılamadığı, bayram günlerinde ellerine gidemediği babasının kanıydı bu.

      Biz unuttular, unutulmaz da, unutamamaya alıştılar diye düşünmüştük. Yanıldık. Unutulmamış. Unutmaya alışamamış Ferdi. O gün hangi saatte, nerede, kiminle bilinmiyor ama ardı ardına üç tane sentetik hap yutmuş ve soluğu evde almıştı. Annesi feryat ediyordu. O feryat hiç yabancı gelmiyordu bana. O feryat yıllar önce rutubetli, sıvaları dökülen bir evdeyken de yükselmişti kocası için. Neriman ablanın feryadı, en az Ferdi’nin yutmuş olduğu hapların kalbini ve midesini yaktığı kadar yakıyordu içimizi. İvedi bir şekilde alıp hastaneye götürdük. Midesini yıkadılar, rahatlamaya başladı.

      Mideye dokunan bir şeyin yıkanınca giderildiği gibi kalbe dokunan şeylerin de yıkanınca giderilmesi için uzun uzun yalvardım Allah’a. Olmadı.

      Ferdi, kalbine dokunan acıdan, midesine dokunan acıyı hissetmedi bile. Devam etti. Israrla üstüne gitti, uyuşarak unutmayı denedi. Tüm akrabalar seferber oldu, nerede cigaracı varsa ikaz edildi, kim ona sattıysa bacaklarını kırdılar. Eve bağladılar kaçtı. Hastaneye yatırdılar, durdurulamadı. Kimseyi yanında istemedi. O eski Ferdi, eskimişti. Güzelliği artık kafasından geliyordu. Ayık gezmedi. Bir zaman sonra ailesine de zarar vermeye başlayınca, evde tek kalmak istedi. Her istediği yapıldı, o da olmadı. Bir türlü vazgeçiremediler Ferdi’yi.

      Polis zoruyla, elleri kelepçelenerek Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’nde tedavi gördü altı ay. İlaçlar, kan vermeler, iki öğün yemek, egzersizlerin tamamı beynini eskisi gibi stabilize bir hale getirmeyi başarmıştı. Altı ay sonra eve getirildiğinde, bu son yıllarda atlatmış olduğu badirelerden tek bir iz yoktu. Eskisi gibi olmayı başarmıştı. Kaldığı yerden devam etti hayatına. Yapmış olduğu ve yaşamış olduğu hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Tekrar dergâha yöneldi. Okuduğu kitaplar, dinlediği sohbetler, rabıtalar, çekmiş olduğu virtler, Mushaf’ın keskin sayfaları, geceleri başından aşağıya doğru indirdiği örtünün altında ter dökerken okudukları ve bütün bunları yaparken gizliden gizliye içtiği cigaralar sonunda tekrar patlak vermişti. Ferdi, yine eskiye dönmüştü. Aynı hadiseler, aynı badireler. Tıptan vazgeçen aile, adaklar adadı, yetimler doyurdu, sadakalar verdi. “Çok kerameti var” denilen her insanın kapısını çaldı. Âlimler, tekkeler, medreseler, hacılar, hocalar, şeyhler, türbeler, hiçbiri fayda etmedi. “Buna cin musallat olmuş” dediler, “Dini konularda çok teferruata inmiş ve ayrıntılarda boğulmuş” dediler, “meczup” dediler, “deli” dediler, “veli” dediler. Herkes bir şey dedi. Ama Ferdi ağzını açıp tek bir söz demedi. Sustu.

      Dört yıl boyunca aynı şeyleri yaptılar Ferdi için. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki tedaviler, aynı türbeler, aynı hocalar, aynı yerler dört yıl boyunca tekrar etti. Boynundaki muskalar dilek ağacına döndü. Kâğıtlar yaktılar, evin içi ve dışının tamamını ne yazıldığını hiçbirimizin anlamadığı, anlamının sadece yazan ve Allah arasında bir sır olan kâğıtlarla doldurdular.

      Hiçbiri fayda etmedi. Çevresindeki herkes Ferdi’yi bu şekilde kabul etmeye başladı. Daha doğrusu Ferdi bunu kabul ettirmeyi başardı. Şu an hâlâ aynı illetin peşinden gidiyor, daha doğrusu gitmiyor, aynı illeti ayağına getiriyor ve kaldığı