baştan beri gereğini yapıyor; ama bazen olmuyordu işte. Bugün de muhtemelen olmamış, seçmelerde istediği başarıyı gösterememişti. Uzun süre görmediği ailesinin hasreti söylediği yanık türkülere ilham olurken bu durum onun bazen ders çalışmasını engelliyor, çalışma şevkini düşürüyordu. Bu yüzden okul korosuna girememe ihtimali yüksekti. Ya da o öyle zannediyordu. Tek ümidi kalmıştı: Ümit Öğretmen…
Ümit Öğretmen Dursun’un bağlama derslerine giren, derli toplu, şık giyimli, Türkçeyi düzgün kullanan herkes tarafından sevilip sayılan ve koro seçmelerinde en yetkili öğretmenlerden biriydi. Her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, hâlini hatrını sorar, ihtiyacı olanlara gerekirse yardımcı olurdu. O iyi bir öğretmendi; ama Dursun bu durumda bile Ümit Öğretmenden yardım isteyemezdi. İstese de fark etmez çünkü o her konuda olduğu gibi bu konuda da iltimasa, torpile karşıydı. Öğrenciler arasında farklı uygulamalar olmasına müsaade etmezdi. Herkesle ihtiyacı olduğunca ve gereğince ilgilenir, yapması gereken neyse onu yapardı. Bu durumda kendisine durumu kabullenip sonuca razı olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Sonunda, kutlu bir derviş teslimiyetiyle huşu içinde ellerini açarak; kimilerince hiçbir anlamı ve önemi olmayan; ama kendince çok hayati olan bu konuyu uluların en yücesine gönderdi. Ümit Öğretmen’in gönlüne ekilecek ilham tohumlarının asıl kaynağına gereken mesajı ilettiğine inanmanın huzuruyla da daldığı hülyalarına onunla ilgili hatıralarını ekleyerek devam etti.
Okula ilk başladığı günlerden birinde, öğretmeni kendisini okulun arka duvarının dibinde sessizce ağlarken bulmuş, onu teselli ettikten sonra, hafta sonu memleketine gitmesini sağlayarak aile özleminin biraz da olsa hafiflemesine yardımcı olmuştu. Dolayısıyla Ümit Öğretmen, Dursun’u sever ve gayretinden dolayı da takdir ederdi. En önemlisi, onu fark ettiren asil birikimin ve ona aynı zamanda gönül zenginliği veren aile özleminin de farkındaydı. O, Dursun’daki cevherin farkındaydı.
Aile özlemi… Özlemek… Hasret… Ayrılıkların yürek mengenesi… Dayanılmaz gönül burukluklarının çaresizlikleri. Anne, kardeş, baba… Baba.
Dursun’un babası, annesinin ve çoğu babaların aksine, sevgisini belli ederdi. Sevgiyi fizikî olarak yaşardı. Bunu hisseder ve hissettirirdi. Sarılırdı, öperdi. Uzaktan, seviyorum deyip geçen biri değildi. Onu okuluna uğurlarken de öyle yapmıştı. Ona sıkıca sarılmış, Dursun ağlayıp ayrılmamak için direnecekken annesiyle Ertuğrul Öğretmeni babasını Dursun’dan zor ayırmışlar ve bir çocuk gibi o ağlayarak ayrılmıştı Dursun’un bindiği minibüsün ardından.
“Şimdi ne yapıyordur acaba?” diye düşündü Dursun. Yorgun yüreğine ilaç olsun diye benim yerime kardeşime mi sarılıyordur? Evet, öyle yapıyordur; çünkü Allah babamı sevgi için yaratmış, o her zaman sevecek birini, bir şeyleri bulur, bu bazen bir çiçek bazen bir kedi; kimi zaman bir arkadaş, kimi zaman bir kadın -ki bu hep annem olmuştur- çoğu zaman da evlat olmuştur.
Ve hızla yerinden kalkıp, “Babamın sevgisine layık olmalıyım, biraz daha solfej çalışayım bu akşam!” diyerek bağlamasına doğru uzanırken hızla kapıdan içeri giren oda arkadaşı Muharrem’in içten ve sevecen sesiyle irkildi:
“Dursun, listeler ilan panosuna asılmış, tebrik ederim, okul korosuna seçilmişsin…”
Sustu… “Baba, seni hatırlamak bile yetiyor.” dedi, mutlulukla.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 28.01.2010)
ANALİZ CAFER
Emekli olunca Doğu Karadeniz’in şirin bir ilçesi olan memleketim Yeşil Kent’e yerleştim. İşlerim nedeniyle akranlarım gibi ben de başka memleketlerde çalıştığım için, buralarda tanıdıklarım, çocukluk arkadaşlarım kalmamıştı. Bu yüzden, bir bahar günü ortaokul arkadaşım Cafer’le karşılaştığımda çok mutlu olmuştum. O, önceden buraya yerleşmiş, geniş, güzel bir çevre edinmişti. Ben de onun bu çevresine dâhil olduğum için hiç yalnızlık hissetmedim.
Karşılaşmamızın üzerinden üç dört ay gibi bir zaman geçmişti ki ortalıkta seçim lafları dolaşmaya başladı. Türkiye genel seçime gidiyordu. Partilerin adaylarından bahsettiğimiz bir sohbet sırasında:
–Sen neden aday olmuyorsun Cafer, diye sordum.
–Ben o işi otuz sene önce bitirdim Zübeyir, dedi.
Zaten ellili yaşlarda olan arkadaşımın otuz sene öncesinden bahsetmesi ilgimi çekmişti.
–İyi ya işte, tam zamanı, bunca yıllık tecrüben ve bu kadar geniş bir çevren var. Ayrıca buralarda sayılıyor, hürmet görüyorsun. Bence bunları değerlendir, dedim.
Derin bir nefes aldı. Yerini sağlamlaştırmak ister gibi banka iyice yerleşti. Gözlerini Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliklerine dikti. Sağ kolunu boşlukta aşağıdan yukarıya iki üç kere dairesel bir hareketle çevirerek:
–Uzun hikâye; ama sana anlatayım, dedi.
…
Memur olarak göreve başladığım ilk yıllardı. O zamanlar büyükçe bir il merkezi, şimdi ise artık anakent olmuş vilayetlerimizden birinin resmî bir kurumunda görev yapıyordum. Memleketimden uzaktaydım; fakat bu durum beni olumsuz olarak etkilemiyordu. Gençliğim ve çalışma şevkimden aldığım enerjiyle, gece gündüz demeden çalışıyordum. Başarılı bir memuriyet hayatım vardı. İnsanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onlarla ilgileniyordum. Sosyal ilişkilerim iyiydi. Çevremde itibarım yerindeydi. Bu sayede de beraber hareket ettiğimiz bir arkadaş grubumuz oluşmuştu. Ekip ruhu ile davrandığımızdan resmî kurumlarda iş yaptırma gücümüz yüksekti. Halim selim, iyi niyetli, amirlerim tarafından sevilip sayılan biri olarak bilinirdim.
İki yıllık mecburî hizmetimi tamamlayıp memleketime ya da başka bir yere gitme imkânım varken olumlu gördüğüm şartlar gereği tayin istememiştim. Bir yuva kurarak yerleşmeye karar vermiş, bunun için de uygun bir semtten ev alma girişimlerine bile başlamıştım.
Maddî bir meselem yoktu. Eş dost, konu komşudan oluşan sosyal çevremle hiçbir sıkıntı yaşamadan paylaştığım hayat, alışılageldik bir şekilde devam ediyordu.
İşte bu durumu bozan bir hadise tam da o günlerde yaşandı.
Görev yaptığım kurumun “Koruma ve Yaşatma Derneği”nin iki yılda bir yapılması yasal bir zorunluluk olan seçimli olağan genel kurulu yapılacak, yeni yönetim kurulu belirlenecekti. Bu görevin maddî hiçbir faydası yoktu; ancak sosyal mevkî olarak itibarlı bir makamdı. Yöneticiler tarafından bunların görüşleri önemseniyor, idari ve yönetsel işlerde inisiyatiflerini kullanabiliyorlardı. Yani cazip bir yerdi. Dolayısıyla da bir iş yerinde var olan çeşitli grup, görüş ve eğilimlerin doğal olarak ilgisini çekmekteydi. Gelecek hesabı olanlar, makam mevkî sahibi olmayı düşünenler, siyaset yapmayı hedefleyenler birer birer, grup grup bu göreve seçilmek için aday oluyorlardı. Aday olunuyor, adaylar belirleniyor, gruplar bir araya geliyordu. Bu arada ilginç görüntü ve diyaloglar da yaşanmaktaydı. Bazen yan yana gelmesi imkânsız gibi görünen kişiler, kuzu sarması olmuş birbirinden ayrılmıyor, bazen de yıllardır aralarından su sızmayan kâim dostların ufak bir dedikodu ya da yanlış anlama yüzünden araları açılıyordu. İnsanlar, sabah kalktıklarında kendilerini farklı kulvarlarda buluveriyorlardı.
Sonuçta zamanın ihtilal idaresinin gözettiği denge ve hassasiyet politikaları gereği iki listenin seçime gireceği kesinleşti.
Çevremdeki bütün tanıdıklarım benim de, aday olarak bir gruba destek vermem yönünde bana baskı yapmaya, telkinlerde bulunmaya başladılar. Şayet aday olursam, gerek benim gerekse mensup olacağım grubun diğerini geçeceği, bunun tarihi bir fark ortaya çıkaracağı söyleniyordu. Bu durumda etrafımdaki herkesin maddî