yerlisi ve onun da kalabalık bir aile çevresi vardı. Hiçbir zaafı olmayan, etrafında sevilip sayılan biriydi. Davranış olarak hoş görülmeyecek hiçbir hareketi yoktu. Büyüklere hürmet eder, küçükleri sever, kadir kıymet bilir; yoksulu, fakir fukarayı kollardı. Hatta bazen samimiyeti ve iyi niyetinden dolayı eleştirildiği bile olurdu.
Bu arada beni teşvik edenlerin hepsi olmasa bile bazılarının asıl niyetleri de farklıydı. Bunlar, beni ben olduğum için değil de eşit gördükleri bu güç mücadelesinde menfaat temin edebileceklerine inandıkları başkan adaylarına, oy deposu olarak katkımın büyük olacağını bildiklerinden destekliyorlardı.
Bir keresinde bir dostumun şahit olduğu, iki kişi arasında geçmiş olan konuşma şöyleydi:
–Birader, bizimkiler Cafer’i ikna etmeye, aday listesine almaya çalışıyorlarmış.
–İyi, Cafer’in bizimle olması iyi olur, o zaman onlara fark atarız vallaha! İnşallah kabul eder.
–Biz seçimi alıp Kadir de başkan olunca işimiz iş, benim oğlanın tayin işini de yaptırırız değil mi?
–Elbette yaptırırız, bizim işleri yapmayıp da kimlerin işini yapacak? Ama çalışmak lâzım, hadi boş durmayalım.
İşin aslı bu konuşma, durumu en iyi şekilde özetliyordu.
Ben her şeye rağmen, baskılara da dayanamayarak istemeye istemeye de olsa memuriyetimin başlangıç yıllarında bu seçimde taraf ve aday oldum.
Yapılacak seçimin özelliği gereği, listeler yarışacaktı. Yani yönetim kurulunu oluşturacak aday isimlerinden meydana gelen listeler hazırlanacak, üyeler bunların içinden istediğinin ismini oy pusulalarına yazarak tercihlerini belirteceklerdi. Sonuçta en çok oyu alandan başlayarak asil ve yedek yönetim listesi oluşacaktı. Sonra da seçilen bu yönetim kurulu kendi arasında başkan ve diğer görevleri belirleyecekti.
Demokrasinin memleketimizde tam yerleşmediği yıllardı; ancak bu tür resmî işlemlerin kâğıt üzerinde usulüne uygun şekilde yapılması gerekiyordu. Seçim takvimi başladığında bütün adaylar mücadelelerine başladılar. Karşı taraf bunun için neyi gerekli görüyorsa onu yapıyordu. Meşruiyet kavramı kişiselleşmiş, herkes kendi doğrusunu yapar olmuştu. Genel hava, milletvekili seçimlerini aratmıyordu. Köşe başlarında ikişerli, üçerli gruplar kulis faaliyetlerini yürütüyor; adaylar doğal seçmen olan her memurla tek tek ilgileniyorlar. Hatta o zamana kadar merhaba demedikleri hizmet personelleriyle şehir lokantalarında misafir ağırlıyorlardı. Adayların ellerinde yeni görünmeye başlayan ambalajlı paketlerden anlaşıldığı üzere ufak çaplı hediyeler, seçim günü yaklaştıkça kalite ve marka değiştirmekteydi. Vaatlerin oranı ise vaat edenin gücünü aşmış, seçmenin arzusuna göre şekillenmekteydi.
Biz de seçim kampanyasını büyük bir organizasyonla başlattık. Herkese kucak açmıştık. Abartısız, yalansız, asılsız vaatleri olmayan bir çalışmaydı bu. Tek ölçümüz dürüstlük ve samimiyetti. Bu ölçü etrafında bir araya gelmiştik. Memleketin en gösterişli salonlarından birinde yapmıştık toplantıyı. Günün moda tanıtım organizasyonlarıyla kalabalık bir grup olmuştuk. Neredeyse seçimde oy kullanacakların hepsi bizimleydi; hatta fazlamız bile vardı. Kurumumuzun idarecileri de davetli olmadıkları hâlde güya destek vermek üzere aramızdaydılar. Bu durum nasıl algılanır, hangi sonuçları doğurur belli değildi. Durumdan vazife çıkarıp kendiliklerinden aramıza katılmışlardı. İsteğimiz dışında gerçekleşen bu emrivakiinin olumsuz bir durum ortaya çıkarmamasını temenni ederek programımızı uygulamaya devam ettik. Başkan adayımız önceden hazırladığımız şekilde güzel bir konuşma yapmış, gönülleri fethetmişti. Yapacaklarıyla, ekibiyle göz doldurmuştu. Öyle ki herkes arkadaşımızı kutlamış, takdir ve bağlılığını bildirmiş; şimdiden “hayırlı olsun” demeye başlamıştı bile. Bizim de yüzlerimiz gülüyordu. Seçimi garantilemiştik. Büyük bir teveccüh kazanmış, herkesin övgüsüne mazhar olmuştuk; hatta delegeler arasından “ Seçime bile gerek yok aslında, nasıl olsa farklı kazanırsınız,” diye espri yapanlar bile olmaktaydı.
Seçimden bir gece önce yaptığımız son toplantımızda da gelen haberler bunu teyit eder mahiyetteydi… Nihai bir durum değerlendirmesi yaptık… Seçim günü yapacağımız çalışmaları gözden geçirdik. Seçim garanti olduğuna göre başkan adayımızın yapacağı “teşekkür konuşması” metnini de hazırlayarak herkese yapılan son görev dağılımları tebliğ edildi. Benim görevim de çevremde oy verecek kişilerle tekrar konuşarak seçimde fire vermemelerini sağlamaktı.
Toplantının akabinde zaman kaybetmeden herkes gibi ben de görev alanıma döndüm. Tanıdığım delegelerle tek tek görüşüp onların tekraren olumlu düşüncelerini aldım. İtimat telkin eden bakışlardaki ışığı algıladım. Dürüstlük ve çalışkanlığından emin olduğu bir ekibi desteklemenin verdiği gururla bizleri kucaklayan, başarı dilek ve temennilerini yüreğimde hissettim. Onların güven duygularıyla doğruyu gördüklerine ve bizlerin iyi şeyler yapacağımızı bildiklerine bir kere daha şahit oldum.
Gönül huzuruyla evime yollandım.
Nihayet o gün geldi… Herkes oyunu kullandı. Oy verme kabininden çıkıp karşılaştığım herkes oyunu bize verdiğini, kesin olarak kazanacağımızı ifade ederek salondan ayrılıyordu.
…
Sandıklar açılıp oylar sayıldıkça, sonuç netleşmeye başlamıştı; fakat ortada bir yanlışlık vardı. Bize oy çıkmıyordu. Sanki gizli bir el sandığa girmiş, bize ait oyları imha etmişti. Arada bir bozkırda çiğdem misali çıkan oylar ise bir yekûn teşkil etmekten uzaktı.
…
Sonunda; ait olduğum grupla beraber, büyük bir oy farkıyla seçimi kaybettik… Ama bu durum hayatımda hiçbir değişikliğe sebep olmadı. O günden bugüne insanlara aynı şekilde davrandım. Ömrüm memur olarak geldi geçti. İdari görevlere talip olmadım. Sadece o seçimin ardından hemen tayin isteyip buraya yerleştim.
Hiçbir seçimde aday ve taraf olmadım.
Şimdi ise seçim tahlilleri yaparak vakit geçiriyorum.
O yüzden bana “Analiz Cafer” diyorlar, dedi.
…
Ne kadar da uymuştu bu lâkap ona…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 11.02.2010)
DÖNÜŞ
Arabamın yarı açık camından içeri dolan çam kokulu dağ havasını zevkle ciğerlerime doldurup boşaltarak koyu karanlığın koynunda ilerlerken birden motor öksürük nöbetine tutulmuş gibi sarsılmaya başladı. Bir iki teklemeden sonra tamamen sustu. Trafiğin akışını engellememek için, yolun iyice sağına yaklaşarak durdum. Arabanın ön ve arka taraflarına uzaktan fark edilecek şekilde reflektörleri yerleştirdim. Bir yandan “Hayırdır inşallah” diye kendi kendime söylenirken diğer yandan bunun olağan bir durum olmadığını düşünüyordum. Yola çıkmadan önce arabamın bakımını yaptırmıştım. Dolayısıyla büyük bir arıza olmamalıydı; ama bu dağ başında arızanın büyüğü küçüğü fark etmezdi ki. Kısa bir süre nefesimi tutarak bekledim. Kontağı yarım devir açıp biraz durduktan sonra marşa basıp hafifçe gaza yüklendim. Ama nafile… Marş dinamosunun gıcırdayan sesi bir sonraki aşamaya geçememişti. Tavan lambasını yakarak eşimin meraklı ve tedirgin bakışlarına, omuzlarımı hafifçe yukarı kaldırıp, başımı da boynuma gömerek “çalışmıyor, anlamadım, biraz bekleyelim bakalım,” diye karşılık verdim. Arka koltukta, olanlardan habersiz uyuyan beş ve on yaşlarındaki çocuklarım Hilâl ve Elif’i uyandırmamak için mümkün olduğunca sessiz hareket etmeye çalışıyordum.