sorunun cevabını, ümitsiz bakışlarımla verdiğimi düşünerek boş bir çabayla bir iki kere daha marşa bastım; ama hepsi boşunaydı. Gereksiz bir uğraştı yaptığım. Akünün şarjını tüketmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada eşimle her göz göze gelmemizde sözcüklere dökülmeyen; ama ikimizin de çok iyi anladığı bir lisanla, aslında yola çıkmadan önce yaptığımız büyük hatayı ve bu hatanın sonucu olarak bu sıkıntıları yaşadığımızı biliyorduk. Yapmamız gereken şey bu durumu en kısa zamanda telafi etmekti. Ama nasıl?
…
Çoğu memur ailelerin yaptığı gibi bir tatil köyünden yer ayırtmakla başladı hikâyemiz. Ödemelerimiz taksitli olacaktı. Araya giren hatırlı dostlar sayesinde istediğimiz tarihlerde tatil yapma şansını elde ettik. Üstelik beğenmezsek bu tarihleri istediğimiz gibi değiştirme imkânımız da mevcuttu. Kendimize göre de ekonomik bulduğumuz bir takvim belirleyerek çoluk çocuğumuzla beraber kısa bir süre de olsa, tatili Antalya’da geçirmeye karar verdik.
Konya’nın Ereğli ilçesinde çoluk çocuğuyla oturmakta olan bir halam vardı. Babamın en büyük ablası ve ailenin yaşayan en büyüğüydü. Beni rahmetli babamın emaneti olarak görür, bu sebeple çok severdi. Son yıllarda yaşam gaileleri nedeniyle sık görüşemez olmuştuk. Birbirimizi özlüyor, bu özlemimizi ancak telefon görüşmeleriyle giderebiliyorduk. Son görüşmemizde bizleri çok özlediğini, hasta ve yaşlı olduğundan bir daha görüşüp görüşemeyeceğimizin zor olduğunu söyleyerek bizlerden helâllik istedi. Bizler de iyi dilek ve temennilerimizle ona uzun ömürler diledik. Bu konuşmanın akabinde eşimle yaptığımız değerlendirme sonucunda Antalya’ya tatile giderken güzergâhımızda olduğundan halama uğramamızın iyi olacağını kararlaştırdık. Sürpriz olsun diyerek de önceden haber etmemeye karar verdik.
Fakat arabaya eşyalarımızı yükleyip de yola çıkacağımız sıra fikir değiştirmiştik. Bir gün fazladan tatil yapabilmek için Toroslar’ı kestirmeden aşacaktık. Böyle olunca halama tatile giderken değil de tatilden dönerken uğrayacaktık. Ya da başka bir zaman… İşte eşimle göz göze geldikçe bu karar değişikliğinin bizi yolda bıraktığını birbirimize ima ediyorduk.
Aklımızca sorunu tespit etmiştik; ama çözüm görünmüyordu. Önümüzde fiili bir durum vardı. Gecenin bir yarısı dağ başında kalmıştık. Kimseye ulaşmamız mümkün görünmüyordu. Bu süre zarfında yoldan geçen tek tük vasıtalardan, durup halimizi soran da yoktu. Araçlara gerek fenerimle işaret vererek gerekse el hareketleri yaparak yardım istememin hiçbir faydası olmamıştı. Biraz da yokuşta olmamızın dezavantajıyla kimseyi durdurmayı başaramamıştım. Bu arada çocuklar da uyanmışlardı. Hissettirmek istemesek de bizlerdeki tedirginliğin yansımaları onlarda da görünmeye başlamıştı. Ufak tefek mızırdanmalarla başlayan huysuzluklar, yerini korku nöbetlerine bırakmak üzereydi. Bir şeyler yapmalıydım; ama bu neydi? Çaresizliğim o kadar belirgindi ki son derece seri hareketlerle önce arabaya girerek motoru çalıştırmaya uğraşıyordum. Çalışmayınca dışarı çıkıp arabalara el kaldırıyor, o da sonuç vermeyince ortalıkta geziniyordum. İçimden arabayı tekmelemek bile geliyordu. En büyük paniği ben yaşıyor gibiydim.
…
Mucize mi, bilemem. Bizi bu zor durumdan kurtaracak gelişme, tam da o anlarda oldu. Bütün ümitlerimizin tükenmek üzereyken karşı istikametinden yokuş yukarı gelen bir araba selektör yaparak yanımızda durdu. İnen adam belli ki yardım etmek istiyordu ve etti de.
…
Bu iyiliksever sürücü, tatil için ailesiyle bu civarı seçmiş ve bitiminde memleketine dönüyordu. Akranım sayılabilecek yaşlarda ve temiz görünümlü biriydi. Üstelik o, benim gibi direksiyon şoförü değil; tamir işlerinden de anlıyordu. Bunun öyle olduğunu da küçük sayılabilecek; ama yaptığı ustaca bir iki hareketle arabayı çalıştırarak bana şoför koltuğumu teslim etmesiyle tescillemiş oldu.
…
Kâbus bitmişti… Mucizeyi gerçekleştiren hikmetin gereğini yapmak ise bize düşüyordu. Yardımsever yolcu ve ailesini uğurladıktan sonra, herkesin ortak isteği olduğuna emin olduğum bir kararla arabamın yönünü Konya istikametine çevirdim. Tüm aileyi birden neşe sarmıştı. Peş peşe şükür duaları edilmekteydi. Biraz önceki korkudan eser kalmamış, çocuklar ertesi günkü tatil hayallerini unutmuşlar; halamızla ilgili sohbete başlamışlardı. Öyle ki cadalozluğu ile meşhur küçük kızım bile tüm huzursuzluğunu atmış, etrafa kahkaha ve neşe saçıyordu.
…
Ereğli’ye girdiğimizde sabah güneşi ufuktan yüzünü göstermek üzereydi. Geleceğimizden haberi olmayan halama yapacağımız sürprizle gece yaşadığımız maceranın heyecanı birbirine karışmıştı. İyi ki dönmüştük. Halam çok sevinecekti. Biz de bir aile büyüğünü mutlu edebilmenin hazzını yaşayacaktık.
Evin önüne vardığımızda beli bükülmüş, yüzünden nurlar saçan halamda hiçbir hayret belirtisi görünmüyordu. Biz arabadan inerken o bize doğru gelmeye çalışıyor ve titreyen sesiyle adetâ hesap soruyordu:
–Oğlum nerde kaldınız? Akşamdan beri sizi bekliyorum… Şaşırma sırası bizdeydi.
Nasıl olur da halam bizi akşamdan beri beklerdi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2010)
SALINCAK
Adı Kezban’dı.
Soğuk bir kış gününde, bize en yakın komşu evde dünyaya gelmişti. Köyümüzde doğan her çocuk gibi onun da adı, kulağına ezan okunarak konulmuştu. Sağlıklı, mutlu, bereketli, uzun bir ömür sürmesi için dualar edilmişti. Ne var ki ailesi yoksuldu. Çocukluk yılları yokluklar, zorluklar içinde geçmişti. “Zihnî yetileri zayıf.” demişti köyde sağlık taraması yapan doktorlardan biri. “Herkes gibi günlük işlerini yapar, ama bazen geç algılayabilir, göz önünden ayırmamak lâzım.” diye de eklemişti.
Annesi saf, babası sorumsuzdu. Evin bütün işleri askere gidecek olan abisinin sırtındaydı. O da gidince ne olacağı belli değildi. İş ona düşüyordu. Küçücük varlığıyla tüm zorlukları yok edemeyeceğine göre, onlarla beraber yaşayarak büyüyecekti. Derdin dert, acının acı olduğunu bilemeyecekti. Bunları hayatın gereğiymiş gibi zannedecek, sorgulamayacaktı. Sefaleti, yokluğu yaşasa da işlerin böyle yürüyebileceğini, sonra düzeleceğini düşündü; şikâyet etmedi.
Hiç oyuncağı olmadı. Ona, “Oyuncak ister misin?” diye soran da olmadı. Oyun olduğunu bilmeden, kendini eğlendirdiği en iyi araç, yük halatından icat ettiği bir tür salıncaktı. Boş zamanlarında sofanın tavanındaki en kalın ağaca salıncağını kurar, zamanın çoğunu sallanarak geçirirdi. Sallanırken mutluydu. Sallanırken hayaller kurardı: çocuksu, temiz, masum…
–Hasan Abi sen ne iş yapıyorsun, diye sordu bir gün.
Uzaktan akrabam olduğu için bana hep abi derdi.
–Ziraat Mühendisiyim Kezban, ben de sizin gibi meyve yetiştiriyorum, dedim.
Aklı yatmamıştı.
Meyve yetiştirmek için okumaya ne gerek var, niye öğretmen olmadın. Ben öğretmen olacağım, dedi.
Sonra da ufak tefek kâğıt parçalarına yaptığı resimleri gösterdi gururla.
Okula gidince de okuma yazmayı öğrenecekmiş.
Fakat benim resimlerine ettiğim övgüleri yeterli görmemişti. Takındığı alaycı ve küçümser tavırla, “Ben öğretmen olacağım, ben öğretmen olacağım,” diyerek uzaklaşıp gitmişti.
Hep kalabalıklar içinde