Valeriy Seperoviç Kazakov
Son Yaz
ÖNSÖZ
Valeriy Kazakov’un “Saylamlar” “Seçmeler” adlı kitabından Türkiye Türkçesine aktardığım elinizdeki bu kitapta dört adet öykü yer almaktadır. Bunlar Altın Kuşak, Dokuz Kaptal, Son Yaz ve Ayırgış Ağaç isimli öykülerdir.
Kısaca söz konusu öykülerde Nogay halkının yaşamına, örf ve adetlerine yer verilmiş, insan onur ve erdemlerinden olan namus, edep, verilen sözde durma, komşuluk ilişkileri gibi yüksek değerler işlenmiştir.
Son Yaz adlı öykü Medey adlı çocuk şairin hayat öyküsüdür. Burada öksüz olarak büyüyen bir çocuğun garipliği, anne özlemi, öğretmen sevgisi, akraba ilişkileri anlatılmaktadır. Özellikle Son Yaz ve Dokuz Kaptal öykülerinde Nogay köylerindeki yaşamın tadını, aile ortamının sıcaklığını, ebeveynlere ve büyüklere duyulan saygıyı, hürmeti ve örf adetlere bağlılığı derinden hissetmek mümkündür.
Dokuz Kaptal adlı öyküde ise, Sibirya’ya işçi olarak giden ve oradayken dedesinin ölüm haberini alan Arslanbek’in dönüş yolculuğu anlatılmakta ve bu yolculuk esnasında hatırladığı çocukluk günlerindeki anılarına, zorlu hayat koşullarının insanların önüne çıkardığı nice engellere dair anlatımlar yer almaktadır. Öykünün ana temasını, elinde yetiştiği dedesine, kendince var olduğunu zannettiği borcu, Arslanbek’in ödemek için gösterdiği çaba ve cömertlik oluşturmaktadır.
Ayırgış Ağaç adlı öykü, yazarın bir anlamda hiciv öyküsüdür. Anadolu’da da sık sık karşılaştığımız inanç sömürüsü ve kandırmacası, Şaydat ile Molla Hacı Murat arasındaki ilişki ile anlatılmıştır. Öykünün kahramanı Erecep açgözlülükten dolayı işlediği cinayet sonrası rüya görmekte ve batıl inançların ağır baskısı altında kalmaktadır. Çektiği vicdan azabı onu, gerçek ile hayal alemini birbirine karıştırmasına sebebiyet vermektedir.
Altın Kemer adlı öykünün kahramanı Azamat’ın babası Kazbiy tarafından öldürülmüş sonrasında Nogay adetine göre taraflar barıştırılmıştır. Ancak verdiği sözde durmayan Kazbiy’in Azamat tarafından bir bahane ile öldürülerek babasının intikamının alması bu öykünün ana konusudur.
Elinizdeki bu kitap, Rusya Federasyonu Koban bölgesinde yaşayan Valeriy Kazakov’un Kiril alfabesi ile Nogay dilinde yazılmış kitabından önce latin alfabesine dönüştürülmüş sonra Türkiye Türkçesine aktarılmıştır. Çeviri yapılmıştır demekten özenle kaçınıyorum. Çünkü Türkiye Türkçesi ve Nogay Türkçesi aynı dildir. Sadece birisi Oğuz lehçesi diğeri Kıpçak lehçesidir. Aktarmada Valeriy Kazakov’un anlatımına, üslubuna ve cümle yapısına sadık kalınmıştır. Dolayısıyla sadece Türkiye Türkçesindeki öyküleri okuyan okuyucu biraz tat almayabilir, akıcılık ve anlatımda eksiklikler görebilir. Bu konuda okuyuculardan özür dilerken esas dikkat çekmek istediğim husus; okuyucuların öykü metinlerini Nogayca okumaları ve buradaki dil zenginliği, sadeliği, ses uyumunu ve akıcılığı hissetmeye çalışmalarıdır.
Belirtmek istediğim diğer bir hususta şudur ki, 1860’lı yıllarda Türkiye›ye göç eden dedelerimizden bize yadigar kalan Nogay lehçesi hızla kaybolmakta ve unutulmaktadır. Üçüncü kuşak olan ve Türkiye’de yaşayan ben ve benden büyükler bu lehçeyi bilmemize ve konuşmamıza rağmen çoğu kelimeleri unuttuğumuz için kısır bir kelime haznesine sahip olduğumuzu, cümle ve gramer yapılarını hemen hemen kaybettiğimizi tespit ettim. Çalışmamın, bir dil bilimcisinin yaptığı akademik çalışmadan daha çok kaybolan kelime haznemizi geliştirmeye, cümle yapılarını yeniden hatırlamaya hizmet eden bir çalışma olması için gayret sarf ettim. En büyük eksiklik hâlihazırda Türkiye›de basılmış bir Nogayca-Türkçe sözlüğün olmamasıdır. Temennim en kısa sürede bu eksikliğin giderilmesi ve bu çalışma benzeri yapılan yayımların sayılarının artmasıdır.
SON YAZ
Evvel evvel zamanlarda, ilk önce hile paylaştırıldığı zamanlarda, dünyadaki bütün canlıların bir dil konuştuğu zamanlarda, hanın kızı bedev1 gezip kız doğurduğu yıllarda, gökte uçan balıklar boz serçeyi sudan kovup eğri boyu ile geniş ovalara ulaştırıp avare avare dolaştığı zamanlarda…
Babay yiğidin babası ile annesi ölür. Ölmeden bir gün önce, yiğidin babası vasiyet edip şöyle der:
– Ey, oğlum, ey oğlum. Senden çok mal seven yok, oğlum. Senden usta atla gezen yok, oğlum. Atıştığında küçük iğnenin gözünden ok geçirirsin. Savaştığında kör kılıcın yüzü ile bin kan damlattırırsın. Gözün senin yakut taş gibi masmavi. Göğsün yay gibi, belin dal gibi olsa da dinle, oğlum. Seni yalnızlık yıkar. Sende hatun yok. Bende nasip yok. Sende oğul yok. Bende torun yok. Vasiyetimi yerine getirir, sana güveniyorum, varlığını bol dağıtırsın, biliyorum!
Böyle vasiyetten sonra, Babay, yiğitlikle gezmeyi bırakarak babasının dediğini gerçekleştirmek için eline dombıra sazını alır, silahını askılığa asıp yola koyulur.
Onun dombıra sazı, bazen dünyaya üzüntü indirerek halkı ağlatır, bazen de yiğitlik indirmiş gibi sevindirerek durduğu yerde oynatır. Gökyüzünde uçup gitmekte olan kuşlar onu durup dinler, esip gelmekte olan katı rüzgârlar kesilir. Bütün dünya ozan yiğidi sever. Vardığı yerlerin kızları ona değer verir, ama ne fayda, o gönlüne yatan kızı bulamaz. Böyle kaç yıl gezip dolaştığını kimse bilmez. Ozan yiğit bir keresinde, karanlık basmış ormandan geçerken, yolunu kaybedip, albaslıya2 rastlar. Babay yiğit onun albaslı olduğunu da bilmez, ve onu bir güzel helal süt emmiş kız sanar aldanır ve onunla evlenir.
Babay’ın aldığı kız, çok güzel, bir içimlik su gibi, iki kaşının arasından ay yürüyen, örme saçları yere değen, sanki ak kuğu gibi kayarak, dingin suda yüzen güzel bir hanım olur. Birkaç yıl birlikte yaşarlar, ama bir türlü onların çocuğu olmaz. Bütün dünyada konuşulan koca yiğit günden güne ihtiyarlar, güç kaybedip düşünceli dalgın bir insan olur. Bir gün Babay’ın kulağına bir fısıltı duyulur.
“Senin karın karı değil, o oburun kızı albaslı. Zaman geçtikçe senin kanını emiyor, seni zamansız ihtiyarlatıyor. Seni emerek vampirleşiyor. Eğer babanın vasiyetini tutmak istersen dinle, yiğit. Güneş doğarken, karın tatlı uykuya daldığında, ona hissettirmeden onun saçını yolup al. Sonra saçı ateşe bırak. Böyle yapmazsan kısa sürede ölürsün.”
Bu nasihatleri dinleyen Babay, kulağına fısıldanan şeyleri yapar. O karısının saçlarınıı yolup, götürüp ateşe bırakır. Bundan sonra albaslı hastalanır. Yıllar geçtikçe, yazın uzun günlerinde, uykulu halde gezinir, beti benzi atıp, yüzü sararmaya başlar. Babay ise, değişmeden aynı halde durur.
Albaslı’nın saçı ateşe düştükten sonra, o Babay’ın kanını ememez. Bu yüzden Albaslı, her sene ben kendime baktırayım diye, başka taraflara gider. Böyle günlerde Ba-bay sorgu sualsiz, karısının evden çıkıp dolaşıp gelmesine izin verir.
Yine bir gün hanımı Babay’dan “Kocacığım, ben komşu köye gidip kendimi baktırayım mı?” diye ricada bulunur.
Kocası “Git, evet git, ben razıyım” der ve hanımına izin verir.
Albaslı hayli memnun olup, ıvır zıvırların toplayıp, evden çıkar.
Babay ise, eline dombırasını alıp yırlamaya, türkü söylemeye başlar; ama onun elindeki dombıranın içinden bir fısıltı şöyle şarkı söyler:
“Ey, ey! Söylediğinde söyleyeceğin bitmeyen yiğit idin sen, Babay. Yarıştığında rüzgârı geçen, güreştiğinde suyu durduran, rastladığında Azrail’den sorgu soran yiğit idin sen, Babay. Fırtınalı oldu yaz günün, zorlukla geçti genç günün! Eğer yiğit gibi olsan, gariplik düşmez başına oğlun olur iyi anla!” şeklindeki sözleri işitip, Babay aniden kalkarak hanımının arkasından onu aramaya gider.
Albaslı önüne arkasına bakmadan, acele ile karanlık siyah ağaca girer. Onun arkasından Babay’da gider. Fakat Albaslı yoktur. Çok arar Babay hanımını, tamamen yorgun düştüğünde, Babay bir dere görür. O dere boyunca aşağıya giderse, insan yaşayan yere çıkacağını ve kendisinin de kaybolmadan yolunu bulacağını bilir. Az mı gider, çok mu gider, birden