Валерий Казаков

Son Yaz


Скачать книгу

ev yürür. Kapı vurulup açılır ve evin içine kedi girer. Babay’ın kanı yeni katılaşmış gibi olur. Dili damağına yapışır. Sonra Babay’ın aklı yerine gelip, dombırasını eline alıp söyler: “Ey, karışık kara dünya! Kara gün! Niye bulutlarla kaplanıyorsun? Niye dünya karıştığında bizler gibileri seçiyorsun? Allah’ın bana verdiği güç ile oğlumu korurum. Babam’ın söylediği vasiyetini can versem de, tutarım…”diyerek Babay dombıra sazına özgürlüğünü verir. Bir hayli zaman kedi sırtını kamburlaştırıp, dört ayağı ile yeri tırmalayarak durur, sonra ağlamaklı hale gelip, kuvveti gidip, sinerek yere yığılır.

      O çok zamana kadar halsiz yatar, dombıra sazı sustuğunda, şöyle diyerek insan dilinde konuşur:

      “Bütün dünyada söylenen yiğitlerin yiğidi. hâlihazırda sende zırh yok, hâlihazırda sende silah yok. İhtiyar gövdeli, ihtiyar Babay, elindeki çocuğu, isteğim var, sat Babay. Olurum sende ben ırgat, söylediğini yaparım, zehiri versen de arkama bakmadan içerim. Geçip giden gençliğini döndürürüm geriye. Geçip giden gençliğine kavuştururum ben seni…” Böyle sözleri söyleyerek kedi Babay’dan çocuğu ister.

      Babay elindeki çocuğu yere koymadan, deminki gibi dombıra çalarak söyler.

      “Çok yaşadım dünyada, yaşadığım ne fayda? Çok gezdim kırları, gezdiğimden ne fayda? Çoklarını sevindirdim, bazılarını ağlattım. Niçin gerek bana silah? Niçin gerek bana zırh? Lazım değil ölümsüzlük benim kara başıma. Lazım değil önceki düşüncesiz gezdiğim günlerim. Ne gerek var gölde yüzen kahverengi kaza, kır kıymetini bilmeye? Ne gerek var kırda yürüyen bıldırcına, göl kıymetini bilmeye? Neden gerekli bana senin hileli sözlerin? İnanıyorum sana, neden peşine takılıp kuyruğun olayım!” der…

      Böyle sözleri Babay’dan işiten kedi, deli gibi esneyip, tabağa konmuş darı gibi saçılıp, kadın şekline döner. Babay’ın önünde, iki elini dilenir gibi uzatmış, hanımı durmaktadır.

      – Ölüyorum. Sen ey insanoğlu, hilemin yetişmediği sevimsiz güçlü kişiymişsin. Ben senin oğlunu yiyecektim, eğer onu yemiş olsaydım, ateşe düşen saçımı yerine çıkartırdım… Sen yendin! Ama bizim mücadelemiz daha bitmedi, gelecekte sürecek. Senden doğan nesiller kısa ömürlü olsunlar. Bu dünyada neslin pişmanlıklarla yaşasın! Yer altına gittiğinde seni unutup, beni izleyip gelsinler! diyerek canını verir. Bundan sonra Babay çocuğunu göğsüne bastırıp, ağaçtan çıkıp, uzak yolları geçerek, ayaklarını yorarak, köy köyden geçip, birkaç ülkeyi aralayarak, Nogay’a gelip çatar.

      Çok mu az mı geçip gider yıllar. Her bir Nogay köyünde saygıdeğer şeyh bulunur, halkını onlar anlar, halk onları anlar. Bir günün bir gününde, köyün ulu ihtiyarına, şimdiye kadar duyulmamış ses işitilip şöyle nasihat verir.

      “Sen köyün değerli ihtiyarı, işittin mi fısıltının sesini, Ben fısıltı sesim. Filanca oğlu ağadan sen sağlığını sorarsan, merak edilecek şeyi görürsün. Filanca oğlu Babay’ı sen evinde bulursun. Garip canın acısa, kim olduğunu anlarsın,” diye Fısıltı’nın sesi ak sakallıyı uyandırır.

      Saygıdeğer kişi, Babay’ın avlusuna gelir gelmez, odun kırmakta olan yiğidi görür ve ona bağırır:

      – Ey yiğit! Kolay gelsin! Baban Babay evde mi?

      Delikanlı “Evde dede. Hoş geldiniz, ak sakal, değerli misafirimiz olunuz,” der ve ihtiyarı eve alır.

      Ak sakal eve girdiğinde, çok şaşırır. Evde oturan ihtiyar değil, fakat koca yiğit bir gençtir. Ak sakal hangisi babası, hangisi oğlu, ikiside ikiz gibi birbirine benzediğinden evdekileri birbirinden ayırt edemez. Olmuyor, dayanamayıp sorar.

      – Yiğitler, hanginiz Babay isimli ihtiyarsınız?

      İki yiğit birbirlerine bakıp şaşırırlar da sonra birisi:

      Babay denilen benim. Sakal belde, otur baş köşede, der atalarımız der ve Babay misafiri odanın baş köşesine çıkarıp oturttur. Gelen misafiri gülme tutar. O birdenbire kendisini alamadan, dünyasını unutup katıla katıla gülmeye başlar ve ona iki yiğitte katılarak birlikte gülmeye başlarlar. Gelen misafir bağırsaklarını tutup güler, niye güldüğünü unutarak evden çıkıp gider. Saygıdeğer kişi evden gittiğinde, onun oturduğu yer ayna olur. Babası ile oğlu merak edip aynaya bakarlar… Aynadan tamamen birbirine benzeyen ikiz yüzlü iki genç görünür. O zamanda ikizlerden birisi diğerini kucaklayıp şöyle söyler:

      – Oğlum! Benim babam, torun tombalaka hasret kalıp, seni görmeden ölüp gitti. Kabire girmeden vasiyet etti, varlığını geniş yayarsın, oğlum dedi. Sensin artık benden gelen Medey varlık, sensin artık neslimi sürdürecek varlık. Senden doğan çocuklar ozan yiğit olsunlar. Yerde temiz helal bir hayat yaşarlarsa beni gökte bulurlar. Yerde haram yaşarlarsa, kara yerin dibinde, kara boyunduruk giyerler… Al artık, oğlum, ak kefenimi benim sandıktan çıkar. Ev içini temizleyip, süpürgeyi elli iki geceye kadar odanın yukarısında tut, öyle olmazsa, benim canım çıkmaya korkar… Yarın gece ben ölsem beni yatsı vaktinde gömersiniz, beni kimseye yıkattırmadan kendin yıkarsın, son suyumu ateşe koyup kaynatıp bulaşık kuruyuncaya kadar durursun! Şimdi ise, bana zaman yetti, diyerek temiz bir yere oturur.

      Ertesi gün yatsı vaktinde Aji Togay’da yaşayan halk ve bütün canlılar toplanıp sakalı beline gelmiş, beli bükülmüş ihtiyarı gömer.

      Samanyolu’nun yıldızları çok parlak yanar. Yeni doğacak yıldızı özlemle beklerler…

      Halk ihtiyarı gömüp, evlerine dağılmaya başladığında, mezarlar tarafından gün doğmuş gibi aydınlık olur. Köy tamamen aydınlanır. Sonra kabirden gökyüzüne yönelip, ateşli kuyruğu sönünceye kadar uzayıp gider de, Samanyolu’nun bir kenarına yerleşip kalır. O giden yıldızı Babay’ın oğlu Medey görüp: “Benim babam, sağ salim yerini buldu,” diye mırıldanır, ve evine gider.

      İşte bu masal Aji Togay’da yaşayanların arasında bugün de anlatılmaktadır.

      Kim biliyor, bu masalı öğrenmeseydim, bu hikâyeyi de yazacak mıydım? O, Aji Togay!…

      Aji Togay’da pek çok hikâye… Hala bunun gibi pek çok bozkır hakkında söylenmeden kalan sözler var. Hepsini de söylerim demek olmuyor, söylemesen de, yürekteki düşünceler durmuyor.

      Gece yarısı olmuştu. Samanyolu’nun yıldızları parlayıp duruyorlar. Onlar gökyüzünden bakıp bozkırlarını özleyip duruyorlardı. Özlüyorlardı önceki günlerini, insan olarak yaşadıkları hallerini. Samanyolu’nun içinde bugün güçlü yanıp parlıyordu küçük yıldız, kara toprağı çok özlemiş Babay yıldız. Bozkırlar için bu hal, ot kokusu her zaman sevimliydi. Asker dağının rüzgârının esintilerini estirip, etrafa çiçek kokusunu bolca yayıp, yer nefesini derin alarak, bozkır uyuyordu…

      Emis’in elindeki beyaz kumaş başörtüsü, rüzgârdan dalgalanıp, çocuğa bayrakmış gibi göründü. Kendisi ise, Aji kaya’nın4 en ucunda duruyordu. Etraf bembeyaz çiçeklerle giyinikti. Çocuk eğilerek, gür yetişmiş çiçekleri toplamak istediğinde, onların başları kendiliğinden kopup gidiyor, beyaz kelebeklere dönüşüp, kanat çırpıp uçuyorlardı. Annesi de ellerini bağlayarak iki gözünü kırpmadan, aşağıdaki demir yola dikilip bakıyordu.

      “İşte, oğlum, geliyor bizim babamız!” deyip uzaktaki, kibrit kutulardan dizilmiş treni gösterdi. Oğlu katıla katıla gülüyordu. “O tren değil, o kibrit kutuları…” Sonra, Medey dikkat edip bir daha baktığında, kibrit kutusu sandıklarının siyah dumanını tüttürüp arka arkaya giden tren vagonları olduğunu anladı.

      – E-e-eey! Tren! Ne çok ağır geliyorsun? Senin gibi tren