bir çadırdı. Geldim. Burnu büyük yaşlı bir kadın ocağın sönmüş ateşindeki koru yaymış, onunla ısınmaya çalışıyordu. Onun yanında yağmurda kalıp üşüyen tay gibi küçücük bir kız oturuyordu.
Ben yaklaşıp “Burmake ana bir kap buğday versin.” diye beni gönderdi, dedim, yaşlı kadının yüzüne bakmadan. Yaşlı kadın bir anlığına çıgdan1 tarafına bakar gibi yaparak, “Yok.” dedi.
Geri geldim. Burmake ana deminkinden farklı bir söz öğreterek tekrar gönderdi.
– De ki, ölmezsek bir kap buğdayınızı fazlasıyla öderiz.
Kadın yine vermedi, elim boş geldim. Burmake ana:
– Olmayan şeyi nerden bulacağız! Siz de kaderinize küsün, bahtsızlarım dedi. Sanki hepimizin içecek suyumuz tükenmiş gibi.
Aradan on gün geçip geçmeden Burmake ana hariç hepimiz hastalanıp yatağa düştük. Çadırda dağılarak yatan, mecalsiz mırıldanan çocuklar. Burmake ana çaresizlikten iki büklüm, oradan oraya dolaşarak halsiz, zayıf, yaşlı elleriyle hastalara su içirmeye çalışıyor. Geçenlerde bir tabip gelip benim damarıma bakarak “On-on beş gün su içir.” demişti. Zaten sudan başka içecek bir şeyimiz de yoktu. Şu, beride saçları dağılmış, yarı baygın yatan ise ablam. Onun yanında ocağa yakın yatan, arada bir anlaşılmayan sesler çıkaran ise Bekkul. Biraz sert tutulursa kırılacakmış gibi ince bileklerindeki damarlar gözüküyor. Kımıldamaya mecali yok. Onun mırıldanmasına karşılık “Hey Bekkul, kurban olayım, ne yapayım?” diyor Burmake ana. Bekkul ise onu duymuyor bile. Sanki zar zor nefes alıyor gibi.
Babamın eline çuval alarak, yetimlerinin boğazına sokacak bir lokma yiyecek aramak için evden ayrılmasından uzun zaman geçmişti. Her gün, “İşte bu gün gelecek.” diye bekliyoruz. Gelmiyor.
Bir çadırda oraya buraya dağılmış bir şekilde yatan hastalara bakan, göz kulak olan bir tek Burmake ana vardı. Geceleri doğru dürüst uyuyamadığı için arada bir oturduğu yerde gözleri kapanır, kısa bir süre sonra hemen uyanır, tehlike dolu bir ormana girmiş gibi uzun süre etrafı dinlerdi. Ayrıca Bekkul’un çok hastalandığı gece sabaha kadar hiç uyumamıştı. Gecenin bir vakti sönmeye yüz tutmuş olan ateşi sürekli karıştırıyor, yayıyor, ocağın yanında mezar taşı gibi oturuyordu. Ateş gittikçe sönmeye, etraf iyice kararmaya başlamıştı. Bazen de uykuya dalıyor, başı önüne düşüyordu. Çadırın içi karanlık ve sessizdi. Arada bir Bekkul’un anlamsız mırıltısı duyuluyordu.
Bu gece Burmake, sanki hayatını baştan sona gözden geçirmiş ve iyice yorulmuş görünüyordu.
Ben, yataktan yaklaşık bir ay sonra kalkabildim. Hepimiz tifo hastalığına yakalanmış ve yatağa düşmüştük. İyileştikten sonra, hastalıktan saçım döküldüğünden kel kaldığımı anladım. Benden birkaç gün sonra Bekkul da yataktan kalktı. Onda da saç yoktu. Bekkul ve ben yataktan kalkıp yürümeye yeni başlamış çocuk gibi adımlarımızı yavaş yavaş atmaya başlayınca Burmake ana bize birer baston yaptı.
– Çok yürürseniz halsiz düşersiniz. Çadırın etrafını bir kere dolaşın gelin, dedi. Biz yavaş yavaş adımlayarak çadırın etrafında ya da içinde zar zor bir kere dolaşabiliyorduk. Ancak biraz yürüyünce hemen midem bulanıyor, gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Dünya alt-üst oluyor, sarhoş biri gibi gözüme hiçbir şey gözükmüyordu.
Mezar gibi yalnız çadır! Biz hastalanıp yatağa düştüğümüzden beri bize gelip giden de olmamıştı. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara şuydu: Çadırın etrafını çeviren eski avlu. Avlunun bir kenarında atımızın ahırı; onun yanında ot ve yem döküntüleri. Bir de Bekkul’la toguz korgool2 oynamak için kazdığımız çukurlar vardı… Bu çukurlardan biri toprak dolduğundan, kaybolmak üzereydi. Şurada gürendi yanında ise ala boyunlu köpeğimiz hayata küsmüş gibi sabahtan akşama yatıyordu. Çoktan beri beni görmediği için özlemiş gibi kuyruğunu sallayarak, gözlerini bana dikiyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu.
Aradan epey bir zaman geçti. Ancak yiyecek yetersiz olduğundan kolay kolay iyileşememiştik.
– Keşke, karnınız iyice doysaydı çabucak iyileşirdiniz. Ne yapıyım? Allah da gariban ve fakire acımıyor mu ki diyordu, Bur-make ana. Zorluklarla dolu dünyada tek varlığımız, bir tabak kavuttu. Burmake ana, onu iktisatlı kullanarak, arada bir suya karıştırıp kaynatıyor, yaşlı, zayıf elleriyle bize içiriyordu. Ancak bu bizi doyurmuyordu.
II
Yataktan kalkmamdan bu yana bir ay kadar olmuştu. Anneannem gelip beni götürdü. Almakan ablam henüz iyileşmemişti. Ben anneannem ile evden çıkarken, ablam başını kaldırarak, dağılmış, gözlerini kapatmış olan saçlarını bir tarafa atarak “Gidiyor musun, elveda!” der gibi hüzünlü gözleriyle bakakalmıştı.
Ancak bir tek benim gitmem ile evdeki yük hafiflemeyecekti. Evde benden başka beş tane daha yetim vardı. Ne olursa olsun benim gitmem evdekiler için büyük bir ödül gibi olmuştu.
Dedemin evi, Çon Taş’tan kırk kilometre kadar aşağıda, Ken Suu köyündeydi. Dedem zengin biriydi. Yavaş yavaş zenginleşmekte olan altı oğlu var…
Anneannem beni iri karınlı bir kısrağa bindirerek akşam üzere evine geldi. Hayvanların yavrulama dönemiydi. Biz geldiğimizde, onca koyunu sağmış, iplerini çözüyorlardı. Koyun sağmakta olan beyaz tenli bir gelin, “Annem geldi.” dedi, bize bakarak. Yavaş yavaş akan su gibi, baharın bu ılık akşamında, koyun arasına karışmış sığırların, buzağılarını ararkenki sesleri, yeri göğü birbirine katıyor, akşamın temiz havasını gürültüyle dolduruyordu. O güne kadar mezar gibi daracık bir çadırda büyümüş olan ben, burada ilk defa farklı bir dünyayı görüyordum.
Zaman geçiyordu. Komşu köylere gidiyor, çocuklarla tanışıyordum. Az da olsa oraya alışmıştım.
Bir gün sabahleyin anneannem, gelinine küçücük bir kaba benim için ayran koydurdu. Bana bakıp: “Kurban olayım, sen kuzuları otlat, onların eve gelmesine izin verme.” dedi.
Anneannem gözleri kocaman, biraz kilolu esmer bir kadındı. Alnının tam ortasında büyük bir ben vardı. Dedem yetmiş yaşında geçen sene vefat etmişti. Onun mezarını yapmak için on kadar işçiye tuğla hazırlatıyorlardı.
Ayımkan yengem kuzuları ahırdan çıkarmama ve evden biraz uzaklaştırmama yardımcı oldu. Ben karınca sürüsünü andıran kalabalık körpe kuzuları tepeye doğru sürmeye başladım.
Elimde uzun bir sopa. Arkada kalanlara sopayı dokundurunca, yerinden zıplıyor, sağa sola koşuyorlardı. Kuzulara çobanlık yapmak ilgisini çekmiş olmalı ki, benimle yaşıt olan Kurman-bay dayım da gelmişti. Beraber biraz oynadık. Canı sıkılınca geri gitti.
Kuzuları otlatarak yavaş yavaş köyden uzaklaştım. Bir tepeyi geçince durdum, azık kabımı bırakıp kuzuların geçeceği yerleri kapatacak şekilde oturdum. Azık kabı bana çok ilginç gözüküyordu. Evirip, çevirip inceledim. Kuzular çalıların arasına girerek sessizleştiklerinde ayakkabımı çıkarıp kuruması için güneşin altına bıraktım. Kendim de çimenlerin üzerine bıraktığım montumun üzerine uzanıverdim. Etrafta fazla kişi yoktu. Bir tek Sarıbay’ın oğlu kuş avlayarak, eğleniyordu. Sarıbay’ın zenginliği Isık Göl bölgesinin her tarafında biliniyordu. Hatta Isık Göl’ü geçmiş Kazakistan’ın Alban boyuna kadar ulaşmıştı. Bundan dolayı ona “Sayısız atlı Sarıbay.” derlerdi. Sarıbay’ın oğlu yüksek bir taşın yanına gelince elindeki kuşunu bir saksağana doğru bırakıp kendisi ise sırf gümüşlerle süslenmiş atına binerek aşağıya