Mukay Elebayev

Uzun Yol


Скачать книгу

Ayağında çizmesi ve kadife pantolonu vardı. Onun elinde de benimki gibi azık kabı vardı. İkimiz kuzularımızı birleştirip otlatarak, tepeye doğru yavaş yavaş gidiyorduk. Karşımıza çıkan ağaçların arasına kuzuları bıraktık. Kuzular ağaçların arasında görünmez olmuşlardı. Biz ise kenarda tepeden aşağıya doğru taş atma yarışı yapmaya başladık. Ben iki kere onu geçtim.

      – Yerinden kımıldamadan at, diyordu çocuk.

      – Sen de kımıldamadan at, diyordum, ben de.

      Güneş iyice tepeden vurmaya başlayınca, oyunu bıraktık, testimizden ayran içmeye karar verdik. Ayranımız ısınmasın diye testilerimizi yaprakların altına saklamıştık. Çocuk diz çöküp küpünü bir eliyle tutarak içi boş ot sapından yapmış olduğu pipeti de diğer eliyle tutarak ayran içerken:

      – Sen de bu şekilde iç güzel oluyor, dedi.

      – Ben böyle içerim, diye küpümü dibinden kaldırdım. Tam o sırada kuzuların bir kısmı tepeden aşağıya doğru koşmaya başladı.

      – Çevir, dedi, çocuk diz çökmüş şekilde ayran içerken.

      – Çevirmem, onlar senin kuzuların dedim. Çocuk bana yaklaştı ve yüzümü tırnaklarcasına tam karşıma dikildi:

      – Vay be. Sütü bozuk, serseri köle, dedi. Ben de susmadım:

      – Sensin sütü bozuk.

      – İmansız köle! Sen kimin evinde gün geçiriyorsun? Çobanlık yaptığın kuzular kimin? Senin baban, köyün nerede?

      Çocuk yanıma yaklaşıp yakama yapıştı. Ben de onun yakasından tutarak karşılık verdim. Yaka paça olup dövüşmeye başladık; düştük, geri kalktık. Çocuk bir anda yakamı bıraktı ve benden uzaklaştı. Sağa sola bakınarak bir şey arıyordu. O sırada bulduğu korkunç bir solucanı sopanın ucuyla getirip “koynuna bırakacağım” diyerek bana uzattı. O bana yaklaşırken ben de yerimden kalkmıştım.

      – Yaklaşma, yoksa döverim, diyerek, yaklaşmasına izin vermedim. Akşama doğru kuzuları eve getirdim. Bir sürü insan kuzuları bağlayana kadar tepeden aşan koyunlar da geliverdi. Birkaç gün önce yavrulamış olan koyunlar, onca kuzunun arasından kendi kuzusunu arıyordu. Ortalığı bir anda meleme sesleri kaplamıştı.

      Avlunun içinde kurulmuş dört, beş çadır vardı. En başta bulunan büyük beyaz çadır benim dedeminkiydi. Koyunlar gelir gelmez ellerine kovalarını alan gelinler çadırlarından birer birer sallanarak çıkmaya başladılar.

      – Çabuk ol. Koyunları yakala, dedi Ayımkan yengem, bana.

      Benim dışımda da koyunları sağmaya yardım eden bir sürü kişi vardı. Koyunları kovalaya kovalaya yakalıyorduk. Üç dört tane koyunu sağdırdıktan sonra, eşek kadar büyük siyah bir koyunu zar zor yakalayıp, sürüklercesine getirdim. Böyle rezillik mi olur? Yengem ellerini koyunun memesine götürür götürmez, koyun elimden kaçmak için çırpınmaya başladı. Ancak ben bırakmadım, koyun beni de sürüklemeye başladı. Ölsem de seni bırakmam, dercesine inatlaşıp boynuna sarılmış, deri pantolonumu yere sürterek sürükleniyordum. Onu bırakmamak için uğraşırken koyunun sert toynağı yalın ayağıma geldi. Canım öyle acıdı ki, koyunun boynunu bırakıp oturuverdim. Koyun tezeğiyle işli dışlı olmaktan çatlamış ayağımdan kan aktı. Koyun sağmakta olan başka bir kadın bana bakarak:

      – Zavallının ayağına çok kötü bastı, dedi bana acır gibi. Ahırın ta başında, olup bitenleri gören anneannem benim düştüğüm durumu görünce:

      – He, garibin çocuğuna hayvan da öyle davranır, dedi ağız ucuyla. Anneannemin dediğini zor duydum. Yerimden kalktım, aksayarak koşup başka bir koyunu yakalayıp getirdim. Koyunu sağdırırken anneannem bana yaklaştı ve sağ eline kırmızı tabılgı3 bastonunu alarak üzerimde gezindirerek beni inceledi.

      – Bahtsız, kabanını da yırtmışsın, dedi.

      – Geçen Sasbak’ın oğlu yaptı dedim, sağılmakta olan koyunun boynundan sıkı tutarken, bağlanmış kuzulara bakarak.

      – Bahtsız çocuk, oyun senin neyine, senin kabanını kim yamayacak, dedi.

      – Oynamıyordum. Kuzularımı çevirmiyorsun diye bana saldırdı, diye yere baktım.

      – Bahtsız insan öyle olur! Anneannemin zehirli dili kemiklerime kadar işliyordu. Bu kadar azarlayıp sonra da kabanımı yamamaktansa, hiçbir şey demeden çıplak bıraksaydı daha iyi olurdu benim için. Azarlarken iki sözünden biri “bahtsız” oluyordu. Bu söz bana özelmiş de, üzerime mühürlenmiş gibi benim için kullanılıyordu. Kurmanbay’a ne kadar kızsa da, bu sözü hiç kullanmazdı. Bundan dolayı, “bahtsız” sözü sadece fakir ve garipler için ortaya atılmış bir söz olmalı, diye düşünürdüm.

      Kavga ettiğimizi anneanneme Kurmanbay söylemiş olmalı. Bundan adım kadar eminim. Başka kimse söylemez. Ayrıca benim haklı olduğumu da söylememiştir. Aramız ilk baştan beri bozuktu. Ben yokken anneanneme yalan uydurup beni kötülerdi.

      – Hayvanları tekmeliyor, diye anneanneme beni şikâyet ettiğini duymuştum bir kere. Hayvanları tekmeleyen insandan anneannem nefret ederdi.

      Günlerden bir gün, akşam üzere, Sarıbay’ın hanımı çağırıyor, diye biri beni götürdü. Sarıbay’ın çadırı, Ken Suu’da kendini ta uzaktan gösteren büyük iki beyaz çadırdı. Etrafında dört beş çadır daha vardı. İsmail, Bukara, Karıbay adlı çocuklarının da birer beyaz çadırı vardı. Ancak Sarıbay’ın boz çadırı farklı güzelliğe sahipti.

      Sarıbay’ın hanımının beni insan yerine koyarak “Değer verip.” çağırtması tuhafıma gitti. Sarıbay’ın ününü hep duyardım, ancak çadırına hiç girmemiştim. Gittim. Biri beni avluda karşıladı ve önüme düşerek, çadıra götürdü. Benim girdiğim ilk odada yeşil renkli kadife kaftanını üzerine örtmüş bir hanım oturuyordu. Başında büyükçe bir eleçek4 vardı. Bu bayanın evin hanımı olduğunu anladım. Yaşı biraz geçkin olsa da (en az elli beş yaşlarındaydı), zenginliğin rahatlığıyla yaşlılığa henüz boyun eğmemişti. Şişman, kızıl yanaklı bir bayandı.

      Ben girer girmez “Buraya otur.” der gibi kendine yakın bir yeri işaret etti. Ortalık sessizleşti. Sanki hayatım bu kadının elindeymiş gibi, ünlü hanımın önünde, onun kararını bekleyen suçlu bir köle gibi boyumu büküp oturdum. Elime tutturulmuş bir ekmekten koparıp yerken “Belki de benim yetim olduğumu duymuştur, acıyordur, bir şey vermek için çağırmıştır.” diye düşündüm.

      Hanım bir ara bana bir şey uzattı. Elime alıp baktım. Bir tane bakır beş kuruş, bir de iki kuruş vardı. “Koskocaman Sarıbay’dan yedi kuruş mu çıktı.” diye düşündüm. Sonra anladım ki, bu yedi kuruşu bana sadaka niyetine vermişler. Sarıbay çoktan beri hastaymış. Ben buraya geldiğimden beri de gelen giden çoktu. Adamların biri çıkıyor, başkası giriyordu. Öbür odada yatan Sarıbay’ın sağlığını sormaya ve geçmiş olsun demeye geliyorlarmış. İşte ben bunun için çağrılmışım. Ben, hanımın karşısında elimdeki ekmeği yerken, hanım da dudaklarını kımıldatarak, arada bir elindeki bakır paralara üflüyordu.

      Sadaka vermek için yetim aramışlar ve koca Ken Suu’da beni uygun görmüşler.

      Bir ekmeği yedikten ve yedi kuruşu aldıktan sonra, kimsenin benimle işi kalmadığını anlayınca ayağa kalktım. Geldiğimde beni avludan içeri alan adam, bu sefer de köpek ısırmasın diye avludan çıkardı. Giderken, bu günün benim en aşağılandığım ve horlandığım gün olduğunu düşünerek üzüldüm.