Mukay Elebayev

Uzun Yol


Скачать книгу

Dokuz yüz koyunu olan büyük oğlu Saadanbay, bu güne kadar deri pantolondan başka bir şey giymiş değildi. Hâlâ aklımdadır, bir keresinde, otlarken sarp yamaçtan düşüp ölen koyunu için epey ağlamış ve sabaha kadar çobanını dövmüştü. Dedemin çocuklarının adları bir birine benziyordu: En büyüğü Saadanbay, sonra Mergenbay, sonra İygenbay, Derkenbay, Orozbay, Kartanbay…

      III

      Dedemin evinden doğrudan Kızıl Kıya’ya geldik. Elebes amcam burada yol işçisiydi. Elebes amcam, yol boyunca neden Çon Taş’a değil de, Kızıl Kıya’ya gitmekte olduğumuzu şu şekilde anlattı: “Sen dedenlere gittikten sonra sizin çadırı Kızıl Kıya’ya taşıdık. Şuan hepimiz aynı yerdeyiz. Hayata bu şekilde tutunmazsak olmaz.”

      Kızıl Kıya dedikleri yer, herkesin bildiği Karkıra pazarından elli kilometre kadar uzaklıkta olan büyük bir geçitti. Karakol, Carkent, Kulca, Narınkol; hepsinin birleştiği yer ise Karkıra’ydı.

      Kızıl Kıya’da yaz kış demeden, yedi sekiz çadır kadar fakir aile yaşıyordu. Onlara “yol işçisi” deniyordu. Çarlık hükümeti bunları değişik köylerden görevli olarak getirmişti. Yol işçiliğinin süresi en az dört yıldı. Ancak onların arasında en az on yıldır görev yapanlar da vardı. Burası yayla gibi bir yerdi. İşçiler kışları karın kalınlığından dolayı yollara yerleştirilmiş ağaç gövdelerine oturur, sigara içerlerdi. O şartlarda bir at yoldan çıkacak olsa, işi bitti demektir; uçuruma düşer kaybolurdu.

      Burada iki çadır daha vardı. Onlar Ruslarındı. Ancak onlar yol işçisi değillerdi. Biri, Başarin isimli çok büyük bir zengin. Bu adam Kızıl Kıya’ya yerleşeli çok olsa gerek. Kırgızlar o adamla ilgili “ilk geldiğinde sadece atı ve at arabası olan, sonradan kireç satarak zenginleşen insan” diye konuşurlardı. Her yıl yaklaşık yetmiş seksen ineği yavruluyordu. Elebes amcamın gelini Canımcan ise onları sağardı.

      Bunun dışında Kızıl Kıya’nın vadilerine kovanlarını yerleştirip arıcılık yapan, hayvancılıkla uğraşan Ruslar da vardı. Ancak aralarında Başarin’den zengini yoktu. Sadece Karkıra’dan otuz kilometre kadar uzakta yer alan Kuturgan çeşmede “Postacı Metirey” adlı bir zengin vardı. Metirey’in buradakinden başka da Karakol’da ve Tüp’te birer evi vardı. Yol işçileri onun atlarını daha uzaktayken tanırlar, “şu Mankaşka, şu da Çabdar” derlerdi. Metirey’in Kuturgan çeşmeye yerleşip postacı olarak çalışmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti.

      Yol işçilerinin işi yoldaki taşları temizlemek, su akıntılarının bozduğu yolları, köprüleri onarmaktı. Kızıl Kıya’dan gelen postadaki malzemeleri sırayla aşağıdan yukarıya çıkarırlardı. Kışlar ise büyük eziyet demekti. Kış günlerinde yolcular doğru dürüst uyuyamazlardı. Fırtınalı, karlı gecelerde kızakla gelen posta yüklerini yukarı çıkarmak için uyumayı bırakır, yataklarından kalkar, uykulu gözlerle atlarına binip yola koyulurlardı. Postacı geldiği zaman yol işçileri hazır değilse ya da geçitten geçerken atları çekemezse, kızakta oturan efendiler yol işçilerini kara batırırcasına döverlerdi. Bundan dolayı eskiden beri o garibanlar, fırtınalı ve karanlık gecelerde bile diken üstünde yatar, ta uzaktan çalan zilin sesini duyar duymaz yataklarından fırlar, telaşla dışarıya çıkarlardı.

      Ben Kızıl Kıya’ya geldiğimde babam yatağa düşmüştü. Hastalığı ciddiydi. Her şeyi o zaman anlamıştım. Benim dedemlerden getirilmemin nedeni de buymuş. Babam beni tanımamış olmalı. Yuvasına girmiş fersiz gözleriyle bana derin derin baktıktan sonra, ancak “Ha sen miydin?” dedi, boş bir sesle.

      Anladım ki, dedesinden gelen benim gibi bir çocuk için, burası da iç ısıtacak bir yer değildi. Eşpay, babamın bir ayağının mezarda olduğundan habersiz “karnım aç” diye gözyaşı döküyor, yemek istiyordu. Bir kenarda ise başkasının bıraktığı bir kâsenin dibini yalayarak, Aşımkan kardeşim oturuyordu. Kısacası, bu ev sanki kıtlığa teslim olan bir yere taşınmış gibi yoksuldu. Keşke, evimizde bir işe yarayacak insan olsaydı. Babam hariç, köpek yavrusu gibi küçücük altı yetim çocuktuk. Beyşembi’nin kaç çocuğu var, acaba? Beyşembi, Elebes amcamın tek oğluydu. Otuz yaşını geçmiş, seyrek sakallı, iri burunlu, uzun boylu, esmer biriydi. Üç çocuğu vardı.

      Böylece iki aile birleşince sadece çocukların sayısı ona yaklaşmıştı. Büyüklerle birlikte evde toplam on beş kişi olduk. Aradan çok zaman geçmeden babam vefat etti. Sessiz, sakin, ılık bir geceydi. Daha yeni yatmıştık. Uykuya yeni dalmışım galiba. Bir anda Burmake ananın “ah, talihsizler kalkın” diyen acı haykırışıyla uyandım. Hepimiz telaşla yerimizden kalktık. Ev bağırış-çağırışlarla doldu. Tam o zaman, henüz biz uyku sersemliğini atlatamamışken, nerden geldiği belli olmayan bir bayan yaklaşıp Bekkul’la bana bir sopa tutturdu ve dışarıya çıkardı:

      – İşte bu sopayı alın, dayanarak, gözlerinizden kan çıkana kadar ağlayın bahtsızlar, diyerek, evin önünde ellerini böbreğine dayayarak ağlamakta olan Beyşembi’nin yanına bizi bıraktı.

      Bekkul elindeki sopadan uzun değildi. O, bu duruma alışsa da sesi çıkmıyordu. Ben önce etrafımdakilerin ne dediğini anlamaya çalıştım. Baktım ki, Beyşembi “Esil kayran bir boorum.” (ah, zavallı kardeşim) diyordu. Ben bunu duyunca “Esil kayran atakem.” (ah, zavallı babacığım) demeye başladım. Bu arada Bekkul da benim dediklerimi tekrar ettiğini fark ettim. Bu durum benim biraz canımı sıktı. Bir ara sesler yavaşlayınca, Bekkul’a dönüp onun yalın ayaklarına bakarak:

      – Sen benim taklidimi yapma. Söyleyeceklerini kendin bul, dedim. Sabah olmuştu. Tam o sırada aşağıdan bir sürü insan bağrışarak bizden tarafa gelmeye başladı. Yerimizden kalkıp biz de onlara katıldık. Ben bu arada Bekkul’u dinledim. Bekkul yine “Ah, zavallı babacığım.” diyordu. Ben ağlamayı bırakıp Bekkul’a döndüm ve “Kendin söz bul, dememiş miydim?” diyerek ona kızdım. Benim kızgınlığım üzerine Bekkul duraksadı. O durunca, ben devam ettim. Ama Bekkul yine aynı şekilde söylenerek ağlıyordu.

      Ben bu konuda hatalı olduğumu sonradan anladım…

      IV

      Bizim çadırımız Serke’nin Avlusundaydı. Serke’nin Avlusu dememizin nedeni de, etrafı taşlarla örülmüş taş avlu olmasındandı. Bu avlu çok eski olsa gerek, iyice harap olmuş, dökülüyordu. Alanı bir hektar kadar vardı. Bu avlunun ne zaman ve kimin tarafından kurulmuş olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ancak eskiden “Çok eskiden burada Kalmuklar yaşarmış. Onların binlerce keçisi varmış. Bu avluyu onlar kurmuş. Etrafındaki çukurlar ise savaş zamanlarında kazılmış olmalı.” derlerdi. “Serke’nin Avlusu” ismi de o zamandan kalmaymış. Burası, Tüp deresinin kenarında dümdüz ovada, yola yakın bir yerdi. İki tarafa giden yolcular, burada yaşayan yol işçilerinin evlerine uğrar, semaverde çay kaynatır, içer, sonra devam ederlerdi. Yol işçilerinin köyü buradan gözükürdü, bir tay koşturma mesafedeydi.

      Bir akşam Canımcan dışarıda odun keserken:

      – Annee! Urmambet geliyor, diye bağırdı.

      – Ne diyorsun, diye, evden Burmake ana seslendi.

      – İşte geldi bile, dedi, Canımcan. Artık Urmambet’in kim olduğunu öğreneceksiniz.

      Benim dedem Alımbek’in beş oğlu vardı. Onları yaşına göre sayacak olursak şu şekildedir: Barktabas, Baalabas, Elebes, Estebes, Elebay. Barktabas ile Estebes henüz ben doğmadan ölmüşlerdi. Barktabas’tan çocuk yoktu. Estebes’ten ise Urmanbet ve Turdumambet isimli iki çocuk kalır geride. Babaları öldükten sonra Urmambet’i benim babam Elebay, Turdumambet’i ise Elebes amcam evlatlık almışlar. Turdumambet’e bu isim yeni doğduğunda verilmiş, ancak yürüme zamanı geldiği halde