Mukay Elebayev

Uzun Yol


Скачать книгу

Bu şarkı benim kulaklarıma da sinmişti:

      “Güzele, güzel derlermiş,

      Güzelliği yok olsun.

      Âşık edip kendine çile çektirir.

      İyiye, iyi derlermiş,

      İyiler de yok olsun,

      Yalvartır çile çektirir…”

      Beyşembi bu şarkıyı söyledikçe iyiler ile ilgili söylenen son üç satırın anlamını anlamayarak, acaba “Yalvartır çile çektirir.” ne demektir, der düşünürdüm.

      VII

      Kış. Çok soğuk, ayazın en şiddetli olduğu günlerdi. Henüz yatmamıştık. Nerdeyse gece yarısı olmuştu. Ailecek evde, ocağın etrafına toplanarak ateşte ısınmak için sıkışmış oturuyorduk. Benim bir dizim ateşten tarafta değil de, dışarıda kaldı. Keşke bağdaş kurmadan otursalar ne güzel olurdu. Başarin sigara içmek için bizim evi kullanırdı. Çünkü hanımı onun sigara içtiğini bilmezdi. Şu an diğerlerinden önemliymiş gibi o da oturuyordu.

      – Kırgızların evinde insanın önü ısınıyor, arkası üşüyor, dedi.

      Anne, babasının çoktan öldüğünden bihaber zavallı Bekdayır, gözyaşlarını akıtıp, yiyecek bir şey istiyordu. En küçüğümüz Bekdayır’dı. Onun dışındakiler, az çok bir şeyler anlıyorduk. Canımcan yengenin (Beyşembi’nin hanımı) huyu önceden de böyleydi:

      – Ağlama, gözleri kör olası! Sana sürekli bir şey verecek kadar çok şeyimiz yok. Evde yiyecek çok mu zannediyorsun, diyerek, ateşte ısınmakta olan maşayı alıp Bekdayır’ın ayağına vuruverdi. Neye uğradığına şaşıran Bekdayır çığlık atarak, ayağını çekti. Burmake ana:

      – Kahrolası dünya! Kanışa (annemizin adı) beni diri diri azaba bırakmış, diyerek Canımcan’a baktı.

      – Her şeye karışmayın. Ben bunların anne babasını borcuma mı verdim, diyerek Canımcan soğuk yüzüyle Burmake anaya baktı. Zaten içi sıkılmış, hayatı hep çilelerle geçen Elebes amcam ise, “Kahrolası dünya, kahrolası dünya” diyerek daha beter olayı abarttı. Yırtık gömleğinden giren soğuğu elleriyle kapatarak ağlayan Bekdayır’ı gören Başarin “Hey zavallı.” dedi acı dolu bir sesle. Sonra da başını geri çevirerek başı kırık olan eyere baktı. Başarın’in o bakışından hayatımızın zorluğu anlaşılırdı. Fakat bu onun sadece sözle “acımasıydı” galiba. Oysa bu kadar zenginken bir kez olsun bize hayrı dokunmamıştı. Biz yaz kış demeden Başarin’in bütün işlerini karşılıksız yapardık. Baharda ot biçerken, ekin ekerken, kışın avlusundan karı temizlerken ben hep yardım ederdim. Kışın sonlarında, bahara doğru tosunlarını otlatırdım. Ne kadar yardım edersem edeyim bana eski giysilerini bile vermezdi. Bu yıl oğlunun bir deri kemerini uzun süre isteye isteye ancak elde ettim. O da babasına tekrar tekrar danışarak zar zor verdi.

      Canımcan ise yaz kış demeden sabahın köründe kalkıp sığırlarını sağıyordu. Yetmiş seksen kadar sığırı sağmak kolay mıydı? Bunların çoğunu sağan Canımcan. Sığır sağmakta olsun, başka işlerde olsun Canımcan’dan usta kimse yoktu. Tez canlıydı, çok uyanıktı. Bu başarısıyla Başarın’in gözüne girmişti. Sığırlarını sağmasının karşılığında, Başarin’in Canımcan’a verdiği sadece yağı alınmış, yağsız bir kova süttü. İşte bu bir kova süt için sadece Canımcan değil, hepimiz Başarin’in gözlerine bakar, istediği her işini yapardık. Başka çare yoktu. Çünkü bu evde yaşayan kalabalık aileyi açlıktan öldürmeyen işte bu bir kova yağsız süt idi. Bir kova süte bir kova su katardık. Bu bize iki kova ayran olurdu.

      Başarin’in ailesi bu yıl Canımcan’ın yaptığı işlerden memnun kaldıkları için, onun oğlu Cumabek’e eski bir kaban vermişti. Geçenlerde Başarin’in gelini Canımcan ile bir şeyden dolayı tartışmış, o kızgınlıkla Cumabek’i yakalamış, karşı koyup ağlamasına rağmen üzerindeki kabanı geri almışlardı.

      Yatma zamanı geldi. Biz altı yetim beraber yatıyoruz. Bizim yatağımız yapılırken birimizin bile kaburgalarımızı yumuşatacak bir şey yoktu. Altımıza her günkü kara keçeden yapılmış kilim, üzerimize de eskimiş kötü bir yorgan serilirdi, hepsi bu kadar. Bazen de başımıza koymak için bir şeyler bulunursa koyardık, olmazsa öyle yatardık.

      Yattık. Başköşede yatanlardan biri hemen horlamaya başladı. Dışarıdaki fırtına kudurmuş gibi karı oraya buraya uçuruyor. Rüzgâr var gücüyle çadırın kapısını vurunca keçeden yapılmış eskimiş çadır kapısı yerinden oynuyor, çadırın ağaçları gıcırdıyor. Çadırın hasırlarından giren rüzgâr intikam alır gibi karı sürüp içeriye kadar getiriyor. Bekkul kapıya yakın yatıyordu. Üşümüş olmalı ki, ayaklarını karnına çekip, yan yattı. Gecenin bir vakti, uzaktan rüzgârla karışık bir zil sesi duyuldu. Ses yaklaştıkça daha da şiddetleniyordu. Elebes amcam tavşan uykusunda olmalı ki:

      – Allah kahretsin geldiler, diyerek yerinden fırladı. Karanlıkta bir şey arıyordu, beni de kaldırdı. Bu arada dışarıdan geçen biri:

      – Hey Çodon, hey Elebes, diyerek yol işçilerinin ismini sırayla sayıp onları uyandırmaya çalışarak durmadan devam etti. Tezek kokan, karanlık ahırda eyerlemiş hazır bekleyen ata binerek biz de geç kalmadan yola koyulduk. Ben Burmake ananın kabanını giymiştim, kaban ayaklarıma kadar geliyordu. Ata bindiğimde ucu ayaklarımı sardı.

      İşte böylesi karanlık ve fırtınalı gecelerde kulakları çınlatan bu zil sesi, zavallı yol işçilerinin kalbini birçok kez sızlatmış, onları sıcak yataklarından, tatlı uykularından uyandırmıştır. Yaklaşmakta olan postacıya atımızı koşturarak zar zor yetiştik. Biraz geç kalsaydık belayı bulacaktık. Kar nerdeyse mızrak boyu kadar yağmıştı. Böyle zamanlarda atlarının hepsini peş peşe koşarlardı. Her zamanki gibi postacının kızağına atlarımızı bağlayarak devam ettik. Bakın şu kötü niyetli adamın yaptığına. Aslında postacının kendi atları bizim atlarımız olmadan çıkabilirmiş bu geçitten. Postacının atları meğer bizim atlardan güçlüymüş, bizim üzerimize çıkacakmış gibi yürüyorlar. Ne yapalım? Yapacak bir şey yok. Efendinin işi, Allah’ın işiymiş. Efendi olarak yaratılmışsa, başka çare var mı? Geçidin tam ortasına gelince Elebes amcamın bindiği doru at, ilerleyemeyip yerinde kaldı. Beyşembi, zavallı hayvanı bugün Başarin’in işi için binmiş, yorulmuştu. Postayı getirmekte olan efendi atın yürümediğini görünce kızaktan zıplayarak indi ve Elebes amcamı yanına çağırdı. Elebes amcam kızağa bağlı olan atını çıkardı ve kalın karda zar zor yürüyerek efendinin yanına gelene kadar, efendi sanki bir şey yapacakmış gibi elini yukarı kaldırıp bekledi. Adam, Elebes amcama bir tokat attı, amcam atından düştü. İş bununla bitse neyse, adam amcamı yeni yağmış kara batırarak, üzerine bastırdı, tekme tokat girişti. Posta gelmeden önce yol işçileri hazırlık yapıp beklemezlerse görecekleri buydu. Önceden beri böyle devam ediyordu. Bu durum, yol işçileri için ömür boyu sürmesi gereken bir kanun gibiydi. Nazır da dün kötü atıyla gidip efendiden dayak yiyip dönmüştü. Biz postayı geçitten geçirip sabaha doğru eve döndük. Ertesi gün bir felaket oldu. Komşumuz Baybolot, “Beyşembi, Allah kahretsin, bizim sığır ile sizin sığırı Isık Göl’e sürmüşler,” diyerek koşarak geldi. Baybolot, kırk yaşlarında, kısa boylu, sağlam vücutlu bir adamdı. Çekik gözleri kaşlarıyla kaplanmıştı. Yüz kere kamçı vursan da aldırmayan, karnı büyük bir ala aygırı vardı. Bu aygırın nasıl “koştuğunu” şundan anlayabilirsiniz. Bazen oğluna kızdığında, onu yakalamak için aygırına binip kovalardı. Ancak aygır yaya kaçan oğluna bile yetişemezdi.

      Şimdi deminki