Mukay Elebayev

Uzun Yol


Скачать книгу

“Ne diyorsun, kahrolasıcalar?” dercesine gözlerini fal taşı gibi açarak Baybolot’a bakakaldı. Burmake ana olayı anlayınca, “Tek inekle öküzümüze göz dikiyorsan, çocuk çoluğunun gününü görme. Yetimlerin vebali uyutmasın, inşallah,” diyerek beddua üstüne beddua etti. “Atlar tepişir, arada eşekler ezilir.” dedikleri gibi karnı tok insanların yaptıklarını aç insanlar çekiyordu.

      Bu olayla bizim hiç alakamız olmazsa da, Canımcan bize bakarak, “Kahrolası yetimler, Allah belanızı verdi!” diye kötü kötü baktı. Bu sözü hangimiz için söylediğini anlayamadık, tüm yetimler için söylenmişti galiba.

      – Elebes amcam, kahrolası dünya. Neden bakmadınız, diyerek, sanki dayaktan kurtulan köpek yavrusunun çıkardığı gibi ince bir ses tonuyla olayı daha beter abarttı. Baybolot ise geldiği gibi kapı eşiğinde bekliyor, bir şeyler düşünüyordu. Bir süre sonra da, “Ben değerli kul muyum? En iyisi gidip onların ellerinde öleyim.” diyerek çıkıp gitti. O çıkar çıkmaz Elebes amcam, “Yatarak ölmektense bir kere vurarak öl derler, sen de varsana.” dedi Beyşembi’ye bakarak. Sonra da memnuniyetsiz bir şekilde başını çevirdi.

      – Giderim. Gitmezsem başımın etini yersiniz. Bilmez miyim? Öyle olmaktansa…

      – Beyşembi sığırın peşinden Isık Göl’e kadar gitti. Fakat aradan iki gün geçmeden, “İneklerini geri almaya giden Beyşembi’yi Isık Göl’de dövmüşler,” diye duyduk. Ekâbirler “Sen nerden çıkan belasın?” diye onu birkaç kişiye dövdürmüşler. Beyşembi bugün yanında bir adamla geldi. Yanındaki şu adam bizim bildiğimiz amir Karabay. Başımıza yeni bir bela sarmak için gelmiştir. Beyşembi, ineklerle ilgili haberi verdikten sonra biraz durakladı ve “Beş som vergi vermemiz lazım, şimdi nerden bulacağız?” diyerek Elebes amcama baktı. Bur-make ana:

      – Ne vergisi, vergiyi daha dün vermemiş miydik? Bu sefer hangi bela çıktı karşımıza, dedi ve kimsenin yüzüne bakmadan devam etti. Lafın kısası ekâbirler vergiden gözümüzü açtırmıyorlardı. Yetimleri doyurmak için beslediğimiz ineğimizi götürmeleri yetmezmiş gibi, şimdi de dışarıdaki yalnız çolağa göz dikmişler, dedi.

      – Başköşede eskimiş kilimin üzerine oturan gök gözlü amir elinde tuttuğu küçük ağaç parçasını ocağa attı ve Burmake anaya cevap verecekmiş gibi duruşunu düzeltti.

      – Hey koca karı halkla beraber çekmek gerek. Halk birliğinden çıkmak olmaz, dedi ağır bir sesle, sanki akıllı bir insan gibi.

      – Halkımızda “halk birliği” diye bir şey kalmadı. Bir yandan amir, diğer yandan ekâbir, efendilerin sürekli istemeleri, halkın da sabrının sonuna geldi nerdeyse. Biz şimdi nereye gidip hayatımızı geçirelim? Başımızı nereye sokalım? dedi Burmake ana çekingen gözleriyle amire bakarak.

      Beyşembi ertesi gün sabahın köründe amirle birlikte vergi parasını bulmak için Vasiliy’in evine gitti.

      VIII

      Hayvanların ota doyduğu günlerdi. Dört beş çadır kadar insan, kışlaklarından yaylaya taşınmışlardı. Karpık’ın çadırından başka herkes aynı yerdeydi.

      Karpık, Kızıl Kıya’nın en zengin adamıdır. Yıllardır buranın en zenginlerindendi. Bahar gelince hemen halktan ayrılır, onlardan uzak, tenha bir yere yerleşirdi. Eskiden beri yol işçileri ile bir yakınlık kurmamıştı. Karpık kırk yaşını geçmiş, kırlaşmış keçi sakallı, gözlerinin derinlerinden kurnazlığı okunan, sevimsiz sarışın birisiydi. Ona bakıldığında “İyilik bilmeyen biri.” diye kolaylıkla tarif etmek mümkündü. Halk, ona “Açgözlü Karpık, kımızını kıskandığı için çadırını halktan uzak kuruyor.” derlerdi. Halkın dediği kadar vardı. Çadırını halktan biraz uzağa kurar, kısraklarını sağar, her gün elde ettiği iki üç çanaç7 kadar kımızı atına yükleyerek, güneyde kurulan Karkıra pazarına götürür satardı.

      Arada bir Karpık’ın evine kımız içmeye giden hanımlar, “Kâfir adam, ne olacak. Senin âdetin batsın, evine ne zaman gidersen git, o suratsız hanımı cimriliğinden kımızı küçük kâseyle veriyor.” derlerdi. Zaten fazla da gitmezlerdi. Onun evine daha çok Kızıl Kıya’ya gelen ekâbirden insanlar uğrarsa uğrarlardı.

      Bu konuyu bir kenara bırakalım.

      Günlerden bir gün biri aşağıdan doğru bizim eve geldi ve “Elebes, evde misin?”, diye seslendi.

      – Evet.

      – Öyleyse bugün bir kişi ver!

      – Niye?

      – Çonkol gelecekmiş. Yolu yaptıracakmış. Aşağıdan geliyormuş. Sanki kırıp dökecek gibi geliyor.

      – Neden?

      – Karakol’dan efendiler gelecekmiş. Çabuk ol! diye devamını söylemeden atını kamçıladı.

      – Çonkol’un adını duyan Elebes amcamın kanı beynine sıçramış gibi oldu. Belli etmemeye çalışsa da, rengi bembeyaz olmuştu.

      – Çonkol, o adama Kırgızların verdiği isimdi. Amir unvanı unutulmuş, sonradan hep Çonkol olmuştu. Günümüzde Çonkol deyince Karakol Yöresinin küçük çocukları bile tanırlar. Ona Çonkol denilmesinin de kendince sebebi vardı. İki kolu sırık gibi uzun, yanakları şiş, bıyıkları kısa, gözleri kudurmuş itin gözleri gibi kıpkırmızı, sert yüzlü bir Rus idi. Ama bu lakap ona elinin büyük olmasından değil de, halkı en ufak bir bahane bulunca dövmesinden dolayı verilmişti.

      Öğlen vaktiydi. Burmake ana bir ara, “Elebes, Çonkol gelmiş!” diyerek, deri tuluma ayran doldurduğu kâseyi eline alarak aceleyle içeri girdi. Evden görebiliyorduk. Halk Karpık’ın evinin önünde toplanmaya başlamıştı. Ortada Çonkol’un başını çektiği bir sürü casool8 ve çeşitli amirler vardı. Çonkol’un öfkesi yüzüne vurmuş, gazaplı bir şekilde halka küfrediyordu. Bir ara, “Senin adamların nerde?” diyerek birine saldırmaya başladı. Adam Toguzbay köyünün yöneticisiydi. O, el kol hareketiyle bir şeyler demeye çalışsa da çabası boşunaydı. Çonkol atının üzerinde gerilerek yumruğu savurdu. Sonra onu bıraktı, ikincisine yaklaştı. Ayıran, dur diyen kimse yoktu. Dayak yeme sırası gelenler, kocasının dövdüğü kadınlar gibi başlarını kolları arasında alarak korunmaya çalışıyorlardı.

      Elebes amcam çadırın içerisinden bir delikten bakıyordu. Bir anda geri çekilerek, bana bakıp, “Sen varsana.” dedi.

      Ben vardığımda, Çonkol toplanan halkı koyun gibi sürmeye başlamıştı. İnsanlar yoldaki irili ufaklı taşları kenara atarak temizlemeye ve ellerindeki kazma küreklerle onarmaya başladılar. Yolu onara onara Kızıl Kıya’ya kadar geldik. Buraya geldiğimizde öyle kalabalık oldu ki, sanki evlerde insan kalmamış gibiydi. İşte buraya geldiğimizde işimiz uzun sürdü, selin bozduğu yolları onarmak kolay olmadı. Öğlene kadar uğraştık.

      Dinlenmek nerde? Çonkol çalışan kalabalığın etrafında dolaşarak gözcülük yapıyordu. Birinin başını kaldırdığını görürse kudurmuş köpek gibi hemen ona saldırıyordu. Torgoyakun ile ben gömleğimizin eteğine toprak dolduruyor, koşar adımlarla taşıyorduk. Çalışanlar birbirine yavaşça, “Başını kaldırma Çonkol bakıyor.” diyorlardı. Biri sertleşmiş çimleri çıkarırken, biri deve kadar kocaman taşları aşağıya doğru indiriyor, birileri de demirleri döşüyordu. Tam bu sırada Çonkol atına sert bir şekilde kamçı vurarak çalışanların arasından birinin üzerine yürüdü. Çalışmakta olan kalabalık etrafa kaçıştı. Kalabalığın ortasında duran bir gence yaklaşarak kocaman soğuk kamçısıyla birkaç kere vurdu. Genç sanki kırılmakta olan dal gibi